Dersaneden arta kalan zamanlarımda yapmaktan en çok hoşlandığım şey askeri tesislerin ürpertici havasında kolamı yudumlarken biyoloji çalışmak.
Üzerimdeki baskıdan dolayı derslerin beni bunalttığını, kendimi büyük bir sorumluluğun altında ezildiğimi hissettiğim günlerdi. Bu yıl kesinlikle üniversiteyi kazanmalı ve İstanbul'a yerleşmeliydim. Aileme sorarsanız bu olayı fazlasıyla abartıyordum. Onlara göre bu kadar sıkı bir tempoyla çalışmama gerek yoktu. Taban puanı almak ve sonrasında özel bir üniversitede baba parasıyla okumak da pekala bir yoldu. Oysa ben bunu istemiyordum. Bağımsız yaşamak istiyordum ve gerekirse bu yolda öleceğimi her dakika söylüyordum. Annemse her zaman tek bir cevap veriyordu. "Aman oğluşum, ağzından yel alsın."
Takdir ederseniz bu yoğunlukta hobilerime zaman ayırmaya fırsat bulamıyordum. Gitarımı haftalardır elime almamıştım. Bir filmi keyifle ve baştan sona seyretmemiştim. Kendi seçtiğim bir kitabı okumayalı uzun zaman olmuştu. Elimde avucumda kalan tek şey yoğun tempom ve bedenimde oluşturduğu gözler görülür yorgunluğa rağmen devam ettiğim basketbol antremanlarımdı.
İçine düştüğüm boşluk her manada öyleydi. Arkadaşlarımla eskisi kadar sık görüşemiyordum. Ailem kendi alemindeydi. Artık derslerden de bunalmıştım. Sınav desen nefesi ensemde... Bir değişikliğe ihtiyacım vardı. Arayış içindeydim. En kötüsü, bu boşluğu nerede ve kiminle doldurmam gerektiğini bilmiyordum. Ruhsal bunalımımı farkettiğim anda yeniden kitap okumaya devam etmem gerektiğini farkettim. Lisenin ilk yıllarında sürekli kitap okur, kendimi kahramanların yerine koyardım. Bu aktivite bile beni rahatlatmaya yeten bir tür meditasyon gibiydi. Her zaman ana kahraman olmazdım gerçi ben. Esas adam olmak her zaman Andaç'ın işiydi. Ben gırgır şamata ilerleyen lise grubunda muhabbetin ne içinde ne dışında, kenarda yürüyen genç olurdum her defasında. Yanımdaki arkadaşlarım benliğimi tam olarak dolduramadığı için sık sık caddedeki insanlarla göz göze gelir, manevi bağlar kurar, saniyelik aşklar yaşardım. Onlara geçmişler yazar, yaşanmışlıklar, kırgınlıklar ekleyerek yürürdüm yol boyu. Arada sırada arkadaşlarımın eğlenceli muhabbetlerine katılmayı da ihmal etmezdim tabi ki. Fakat cadde halkı tarafından dirseklerime kadar katlanmış gömleğim, salaş saçlarım, saçlarımı kestiriş biçimim, kirli sakalım, hatta çantamı taşıyış şeklimle dahi tam bir ortam çocuğu gibi göründüğümü düşünürdüm hep. Kim bilir, belki de sadece benim kuruntumdur.
Lafı uzattım iyice. Altı üstü kütüphaneye gitmek için toparlandığımı ve kendimi yağmurun çiselediği caddeye attığımı söyleyecektim. Soğuktu; ama ben çok fazla üşümüyordum. Zaten ben fazla üşümezdim ki. Sadece gerçekten soğuk olduğunda. Atkı mevsiminde yani. O zamanları çok severim. Rengarenk olur herkes. Çeşit çeşit atkıları, eldivenleriyle doldururlar okulları, sokakları. Renkleri sevdiğim içindir belki kışı sevmem. Çünkü ben genel kanının aksine kış aylarının gri değil, gökkuşağı renkleri ile dolu olduğuna inanırım.
Yüksek tavanlı kütüphanenin saman kağıdı kokan havasını soluduğumda duvardaki ısıtıcı sayesinde içerideki havanın kırıldığını farkettim. Sakince kahvelerini yudumlayıp kitap sayfalarını karıştıran okuyucuların yanında geçip raflara, kitap seçmeye ilerledim. Klasiklerden okumak istemiyordu canım. Eğlenceli şeyler arıyordum. Kişisel Gelişim kitaplarını da sevmezdim, hayatım boyunca bir tane kişisel gelişim kitabının bana yeteceğine inanırdım. Ne de olsa hepsinin ana fikri inanmaktı. Ben de inanırdım kimi şeylere. Renklere inanırdım, en çok da yeşile. Kahve kokusuna, künefenin tadına, kaloriferin sıcaklığına, yorgunluğa.. Gözlere inanmazdım ama. Sözlere bazen. Kitaplara hiç. Benim doğrularım hiçbir zaman kitaplarla örtüşmedi. Ne vakit öyleymiş gibi davranmam gerekse, rolümü iyi oynadım. Bu yüzden hayatımda en çok tiyatroya inandım. Fakat rol yapmaya inanmadığım için sadece izlemekle yetindim. İzlerken iyi izledim ama. Ağlayarak, en çok da gülerek... Lakin asla düşünmem. Kafamı dinlendirmek için izledim çünkü. Sadece bunun için.
Sevdiğim birkaç yazarın rafına gitti elim alışkanlıkla. Düşünceli bir gündü. Uzun olacağı da kesindi. Çabucak kitabı seçmek, eve gitmek ve uyumak isteğiyle yanıp tutuşuyordum. Kitaplara göz ucuyla bakıp ismini beğendiğim bir kitaba attım elimi. Kayınbabamın Bavulu. Yazarı daha önce duymamıştım. Duymam da gerekmezdi nasılsa. Danışmada kitabı onaylatıp otobüse bindim, kitabı açıp okumaya başladım. Sıkıcı bir başlangıcı vardı. Eğlenceli bile sayılamazdı. Okuyorsam tek nedeni buram buram yayılan acının kokusuydu. Yazar sanki harfleri döverek, kelimelere işkence ederek bitirmişti romanını. Soyut acıları somut yaşamış sanki, sebebi yine kendisi olduğu halde nefret etmiş üzülmekten. Ergenlik bunalımı denilen olayın tam ortasında olduğu için ilgimi çekti bu gözyaşı yüklü yaşam. "Bu kitabı intihar etmeden bitirsem iyi." diyerek kapadım kapağını. Sayfalarına şöyle bir göz atarken gözüme bir kağıt parçası takıldı. Kimin neyi unuttuğunu merak edip aldım elime. Şaşırdım. Bu sefer her zamankinden farklıydı. Hatta çok farklıydı. Duygusal bir günde karşıma çıkması oldukça tehlikeli bir kağıttı... "Bu Ne kadar tuhaf, değil mi? Bu kitabı bir süre önce ben okuyordum. Sayfalarında izlerim var, her satıra takıldı gözüm, elimin kokusu sindi yapraklara. Şimdi ise sen tutuyorsun benim dokunduğum bu sayfaları elinde. Başmbaşka hayatın, anıların, pişmanlıkların, mutluluklarınla.. Kim olduğumu bilmediğin halde birkaç günümü geçirdiğim bu eşyayla şimdi sen birliktesin. Garip değil mi sence de? Bence çok garip..." Garip, evet. Kitapların içine bırakılan notlar olması garip. Benim bulmam garip.. Böylesinne etkileyici bulmam da... Kafama takılmış notla eve gittim, notu da, stresimi de unuttuğum derin bir uykuya daldım. Öyle derindi ki, ertesi gün uyandığımda saat 10'du. Dersaneye geç kalmıştım. Annem briç oynamak için bekar arkadaşlarıyla buluşmaya gitmişti. Babam birkaç gün önce çıktığı seyahatten dönmemişti anlaşılan. Kardeşim vardı evde. Bir de dadısı. Şarkı söyleyerek çizgi film izliyorlardı. Sessizce kapıdan sıvıştım, Andaç'la buluşmak için Kahve Bahane'ye gittim. Her zaman geç gelmeyi alışkanlık edinmiş arkadaşımı beklerken kütüphaneden aldığım kitabı okumaya devam ediyordum. Şeytan tüyü gibiydi bu kitaptaki. Okumak istemiyordum. Sıkıcıydı çünkü. Ama merak ediyordum. Ne kadar üzüldüğünü, ne kadar üzülebileceğini, sınırlarını görmek istiyordum. Yazarın acılarınının en yoğun vaktinde geldi Andaç. Karşımdaki sandalyeyi çekip aceleyle yerleşirken dışarıdan soğuğu getirmişti. Ellerini ovuştururken bir yandan konuşuyordu.
- Vay, yine başlamışız okumaya. Uzun zaman oldu seni bir kitap okurken görmeyeli.
- Biliyorsun sınav falan..
- Peki peki bir şey demedim zaten. Ee, anlat ne var ne yok?
Sorusuna cevap vermem yanımıza gelen garsondan dolayı kesintiye uğrasada, iki kahve siparişimizin ardından söz sırasını almıştım.
- Garip bir şey oldu Andaç. Kütüphaneden bu kitabı aldıktan sonra içinden şu notu buldum.
Özenli el yazısıyla süslü, kitabımın içinden çıkan sürpriz misafir kağıdı Andaç'ın ellerine bıraktım. Pis bir gülümsemeyle okudu yazılanları. Okumayı bitirdiğinde şen bir kahkaha attı.
- Oğlum ne adamsın lan, senin gibi farklı tip insanlar buluyor seni.
- Ne alakası var şimdi? Belli ki nostaljiden hoşlanan bir ihtiyar yazdı.
- Sana bir şey söyleyeyim mi, insanları azıcık tanıyorsam bu yazı yaşlı bir ninenin işi değil. Belki lise, belki üniversite, ki bence üniversite, öğrencisi bir kızın yazısına benziyor.
- Hadi lan oradan, sen kim, insanları anlamak kim?
Sözlerim ağırına gitmiş olacak ciddi bir tavır takındı yüzüne.
- Ben bilmem Çağrı. Haklı çıktığımı anladığında açarsın konuyu tekrar.
- Hadi ama, asma yüzünü inanıyorum sana. Ne yapmalıyım sence?
- Bir şey yapmana gerek yok; ama eğer istersen bir cevap yazabilirsin. Eminim notunun alınıp alınmadığını kontrol edecektir.
- Öyle mi dersin?
- Valla öyle.
Kahvemizi içtiğimiz sürenin geri kalanında onun hayatından, basketboldan, derslerden, kaygılardan bahsettikse de aklımda tek bir şey vardı: Bir an önce eve gidip bulduğum nota karşılık bir cevap yazmak. Yarın ise ilk işim kütüphaneye uğramak olacaktı. Gece gördüğüm rüya bu konudaki en büyük destekçimdi. Notu bırakan alımlı kızla -üniversite çağında, fıstık gibi tabir edilen bir ablaymış meğer notun sahibi- mutlu bir birliktelik yaşıyormuşuz ...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder