
Haberi ilk öğrendiğimizde onu tanıyan diğer birkaç arkadaşımlaydık ve haberi kesinlikle şaka sanmıştık. O kadar emindik olamayacağından. Gerçek olduğunu öğrendiğimde ise bir grup insanın en mutlu gününü paylaşıyordum. O sesin, kalabalığın, düğün telaşının içinde "kimileri doğar, kimileri ölür." felsefesine çok yaklaştığımı hissettim. Donuk bir şekilde olayı annemlere anlattıktan sonra gözlerimden sicim gibi akan yaşlara müdahale etmedim. Aksınlardı. Onun sarı saçları, mavi gözleri bir daha güneşi görmeyecekse, o yaşların göz pınarlarımda kalmasının da lüzumu yoktu. Bir düğün salonunda, şatafatlı bir kutlamanın içkili eşliğinde sadece renklerle avuttum kendimi. Sarı-mavi ve yeşil.
Hayatta en çaresiz hissettiğim ânı sorsalar, bir yaşıtımın cenazesine gittiğim gün olduğunu söylerim. Musalla taşında takımının bayrağına sarılmış yatarken, acaba içeride nasıl görünüyordur diye düşündüm. Her zamanki gibi çok konuşan biri olarak mı, bir ölü olarak mı? Yakıştıramadım ona ölümü. Kim yakıştırabilir ki ölümü birine.. Hele de sevdiği biriyse. Gördüğüm en kalabalık cenazede, o taşa yaklaşmanın ne kadar zor olduğunu öğrendim ben.
Aslında bu yazıyı yazarken de vardı tereddütlerim. Ne gerek var, dedim. Çok istiyorsam günlüğüme yazarım, dedim. Fakat bu yazıyı bitmiş buldum. Belki daha iyi bir zamanımda kaldırırım.
Hep derim, "O mavide yaşıyormuş artık, bizse aynısının lacivertinde."
Ağlamıyorum, gözüme toz kaçtı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder