27 Eylül, 2015

Yurdumdan Ankara manzaraları

Tandoğan Meydanı'ndasın sevgili okur. Yeni adıyla Anadolu, ben tercih etmiyorum öyle söylemeyi. Umarım ihtarname çekilmez.

Yurdumun penceresinden çektiğim bu görüntüyü kalp içine almak suretiyle şekilli şukullu aksiyonlara girmemden anladığın gibi, Ankara'dan bahsedeceğim sana. Bilhassa, sevdiğim yönlerinden. Uzatmadan söyleyeyim, Ankara'yı sevdiğimden bahsedeceğim. Yurtta kalan bir öğrenci için evden ayrılıp soğuk bir yurt odasına girmek biraz iç burkabiliyor; fakat şehri sevmenin ilk gece zorluğunu olabilecek en hafif kabuslarla atlatmaktaki payı yadsınamaz.

Ankara'yı seviyorum dedim; ama o da bir yere kadar. Dün geldiğim ve bugünüm okulsuz, arkadaşsız, plansız bomboş bir zaman olduğu için kendimi gün boyu meşgul edecek yollar aramam gerekliydi. Nitekim buldum da.. Blogumun bundan sonrası yedi yaşımdan beri yazdığım günlüklerde olduğu ve hiç ders almadığım gibi gereksiz detaylar içerebilir. Yine de kahvaltıda yediğim zeytin sayısı gibi aşırı detayları senin için  eledim. Bu demek değildir ki yemekten sonra içtiğim kahveyi yazmayacağım. Yazacağım efendim, sade olduğuna kadar yazacak, pazarımın güzel başlamasındaki katkısından bile bahsedeceğim. Alışınız.

Asıl bana Ankara'da seveceğim bir köşe olacak bir mekandan bahsedeyim size. Yalnızca öğrencilere hizmet verdiğini çeşitli yerlere astığı ibarelerle vurgulayan ve yaş ortalamasına baktığımda doğru söylediklerine inandığım, çay bahçesi kıvamında bir yer... Ne kadar samimi bir hava olduğunu zannediyorum ki, ikinci bardak çayı istediğimde "Aynı bardağa mı koyalım?" diye sorduklarını söylersem anlarsınız. İki kupa çay ziyadesiyle yetmemiş olsa bir üçüncüyü "Aynı bardağa koyabilir misiniz?" demek için isterdim. Bağlandım o eski kupaya. Umarım tekrar görüşürüz.

Ankara'nın sevdiğim bir diğer köşesi de yurdun yangın merdiveni. O merdivenden bir başka yazıda bahsetmiştim; fakat o yazıyı yanlışlıkla sildiğim için yeniden yazmayı ileriki bir zamana erteliyorum. Bu arada da yalnızca bir haftadır tanışık olduğum o manzarayı biraz daha sindirir, bir fotoğrafla da beslerim.

Seviyorum sevgili okur.

Ankara'yı yani.

:/




25 Eylül, 2015



Buradayım.

Yine.

Günlüğümün başında olmam gereken saatlerde. Aslında bu bloggercılık işi kötü hissettiriyor kendimi, daha gerçek olan bir şeyleri harcıyormuşum gibi. Günlüğüm mesela. Yine de alamıyor insan kendini. Hoş, alamıyor muyum onu da zamanla göreceğiz ya, ne kadar olacak devamlılığı. Ben size söyleyeyim, bir cuma vaktine dek düzenli yazacağım ve dışarı çıktığım ilk akşamda buraya savsaklamaya başlayacağım.. Ne üzücü, kaçınılmaz sonu bilip de çabalamak, tadını bildiğim yemeği yine de yemeye benziyor. Yok, o kadar da benziyor denemez aslında.

Buradayım. Ve bir soğuk çay açtım kendimi. Fiyakalı hissediyorum, sevgili okur. Kış sebebiyle üzerime şalımı alamasam da, nobel ödüllü yazarların ödüllü kitaplarının ilk sayfasını yazdığı geceyi canlandırıyorum sanki küçük komedyamda. İşte bu güzel bir benzetme oldu, bunu sevdim. Blogumu da, sizleri de, kendimi de daha değerli hale getirdim birkaç cümlede. Ne güzel iş.

Bazen, akşam vakti tenha bir kafede oturayım ve bir şeyler yazayım diyorum. İnsanları izleyeyim, acı çaylar içeyim... Ve sonra ne gerek var diyorum, oturayım blogun başına "Bugün tenha bir kafede acı çay içerek etrafı seyrederken düşündüm ki..." diye başlayayım yazmaya ve kafamdan geçenleri bizatihi yaşamış gibi yazayım diyorum. Sonra, bunun çok da sağlıklı bir hareket olmadığına kanaat getirip yazmıyorum neyse ki. Burada yazan bazı şeyler gerçek.

Bazılarıysa hikaye.

Hikaye derken, palavra olan değil, öykü olan anlamında.

26 Eylül 2015 00:59  Soğuk çayımın bittiği an olarak tarihe geçsin lütfen.Soğuk çayım bittiğinde blog yazmaktan hoşlanmam.

İyi geceler.

Anons

Bu blog işlerini abartmamam gerektiğini düşünüyorum. Sonuçta  blog dediğinin biraz ciddiyeti olur. Ne bileyim her hafta aynı gün yazı girilir ve bu yazılar için bir hafta hazırlık yapılır.

AMA ONLAR BÖYLE SAMİMİ OLUR MU?

Olmaz.

Örneğin ben bu çerezlik postun üzerine akşam da bir şeyler yazacağım. Ne yazacağım bilmiyorum, yazmak istediğimi biliyorum yalnızca. Yarın Ankara'ya gidiyorum, gitmeden önce son kez felekten bir gece olsun. Ice tea almıştım şeftatilili, yarım kiloluk, kaç gündür dolapta duruyor.

Valizi de hazırlayınca yazayım ki sabaha uğraştırmasın. Gidince de yerleşirim, pazar günü dinlenirim. Bu bilgiyi bu bloga yazmam ne kadar doğru bilmiyorum; ama saçımı düzleştirmeyi düşünüyorum. Pazartesi öyle kullanırım, salı at kuyruğu yaparım. Düzleştirince at kuyruğu yapmayı da seviyorum çünkü.

Pekala, görüşürüz o zaman.


24 Eylül, 2015

13-19 treni

Çok elzem olduğundan ötürü, bugün blogumla ilgili hayati bir detayın çıkış noktasını anlatmak istiyorum. Az önce görünce aklıma geldi benim de, tamamen unutmuştum.

Tanju Okanlı yazıma etiket ekledikten sonra, bir baktım etiketler Glue Guns olarak isimlendirilmiş... Yani biraz daha detaylandırırsam, etiket olarak Tanju Okan yazmak istiyorsam eğer; Glue Guns: Tanju Okan yazıyor. (Bunu gerçekten böylesine detaylı açıklamalı mıydım?)

Neden Glue Guns? Nedeni var mı efendim, kim şu görsele kayıtsız kalabilir, soruyorum size.
 İnkar etmeyeceğim, bunu telefonuma duvar kağıdı yaptığım bir gençlik dönemi geçirdim. Aslında kötü bir söz değil bence, sadece gereksiz. Yani böyle şeyler sadece düşünülür, söylenmez. Süslü püslü bir şekilde yazıp internete ise kesinlikle ve kesinlikle konmaz. Sonra genç insanlar onu görüp duvar kağıdı zannediyor.

                                                                             -_-

Daha durun, ben bu blog için yazdığım; düğünleri eleştirdiğim aşırı entelektüel, bolca profesyonel sosyolojik gözlem içeren eski bir postu da yayımlayacağım. İşte o zaman nihayete erecek, ucubikliği noterden tasdik ettireceğim.


O güne değin yine görüşmek, sıkça görüşmek dileğiyle...

23 Eylül, 2015

Yıllarca Bekledim, Belki Gelirsin Diye*



Her nerede dinlersem dinleyeyim, Hasret’in bana hissettirdikleri ve aklıma getirdikleri hiç değişmez.

Otobüs camından dışarı bakarken, aşinası olduğum şehrin şekil değiştirmesini keyifle izlerim. Önceleri kendimi içine konduramadığım, sonraları mutlulukla düşlediğim, kalbimi heyecanla hızlandıran derin bir hayale kapılır, camdaki manzara her ne olursa olsun, ben hep aynı şeyi görürüm: deniz kıyısında sıra sıra lokantalar. Öyle çok büyük de değiller, bahçesinde üç beş masa, içeride bir iki masa daha, o kadar. Deniz dingin, birkaç tekne geziniyor içinde keyifli balıkçılarıyla. Güneş batmak üzere, gökyüzünün maviliği kırmızıdan oluşan bir renk cümbüşü içinde kaybolmuş, son çırpınışlarını vermekte. Güneş batıyor, haliyle hava da serinlemiş. Kadınların ellerindeki ince hırkalar, omuzlardaki yerleri almış. Ve ben. Elimde beyaz, ince bir hırkayla yürüyorum restoranların sıralandığı, denizin varlığını sesiyle belli ettiği sokakta. Rüzgâr saçlarıma vuruyor, dağılıyorlar. Fakat böyle küçük detaylar o çerçevede bozamıyor moralimi. Sanki yüzüme yapışan bir gülümseme var ve ne yapılsa çıkamayacak gibi duruyor.

Hikâyenin bundan sonraki kısmını oluşturmakta oldukça zorluk çektim. Elinde beyaz hırkayla yürüyen kızın hırkasını biraz koluna kaydırırsak ve kucağında, sıkıca sarıldığı bir demet gül hayal edersek tamamlanıyor ancak parça; fakat bunu kendi yüzümle yapamıyorum. Yanındaki adamla neşelenen kızın ben olduğumu düşünemiyorum, ya da restoranlardan birine girip kendilerine yemek söyleyen o şirin çiftin bir parçası olduğumu… İzninizle, şimdi kenara çekiliyor sizi Orhan Pamuk’un anlattığı Saf ve Düşünceli Romancı kişiliğinizle yalnız bırakmak istiyorum. Hikâyeyi kim üzerine oluşturduğumun bilinmesini değil, eğer çok gerekliyse tahmin edilmesini ve bunun sessizce yapılmasını diliyorum. Eğer cevabı bulursanız, lütfen yazının sahibini utandırmamak adına kimseyle paylaşmayınız.

Hangi şanslı restoran olduğunu bilemediğimiz mekâna giriyoruz sizlerle birlikte. Ahşap, küçük bir bina. Hayır, ahşap olması hayatımdaki kimi binaların bana verdiği esinden kaynaklanmıyor. Deniz kenarında, çimenler arasına kurulmuş serin havalı bir lokantanın duvarlarının soğuk tuğlalarla kaplı olduğunu hayal edemiyorum, tek sebep bu. Okuduğum kitaplar ve izlediğim filmlerin bende oluşturduğu tip üzerine, mekânın sahibinin orta yaşın üzerinde bir adam olduğunu düşünmeyi tercih ediyorum. Masaya oturan genç çiftin siparişlerini deneyim ve püf noktalarla dolu tarifleriyle hazırlamak için içeri geçtiğinde, küçük korkak kızımız, karşısında oturan, gözlerine baktığı adamla yalnız kalıyor. Aralarındaki ilişkinin durumunu kestirmek pek güç, söyleyebileceğim tek şey birbirleri hakkında o an için hissettiklerinin güçlü duygular olduğu. Saatlerce konuşup yorulmadıkları, birbirleri hakkında her şeyi öğrenmekle yanıp tutuştukları birkaç saat bize ilişki durumu hakkında bilgi vermese de, daha fazlasını anlatıyor. Örneğin aralarındakinin yoğun bir his olduğunu... Aşk olmasa dahi, herhangi bir duygu da yoğun olduğu sürece benim için romantik bir hikâyenin başkahramanı olabilir. Bu da, öyle bir hikâye. Tutkulu bir aşktan ziyade, yoğun bir sevginin öyküsü.

Ve Tanju Okan araya havanın aydınlığı çekilmişken giriyor. Belki Kadın Kokusu filmindeki malum sahneyi çok sevdiğimden olacak, bu güzel hikâyeyi danssız, bu dansı da Tanju Okan’sız düşünemiyorum. Ve kendiliğinden zihnimde canlanan bu hikâyede en büyük pay kelimeleri bir araya getirmekte değil, Hasret’te. Şarkının geneli bir ayrılık parçası olsa da, ben onu yeni başlayan bir mutluluğa ve ritmini de yavaş edilecek bir dansa yakıştırıyorum. Bitmemesi için yavaşlatılmış, rüzgârın kokuları taşımakla ve saçların temasını sağlamasıyla destek verdiği, uzun bir dans…

Küçük kızımızın hikâyesini onlara biraz mahremiyet vermek adına burada kesiyorum. Sonrasında olacaklar ikisini ilgilendireceği gibi, birkaç ay sonraki durumlarını da kestirmek güç. Belki beni heyecanlandıran bu dans sahnesinden günler sonra bir ayrılık gelecek ve filmlerin en güzel kısmından sonra ne olduğunu bilemediğimiz gibi bu hikâyeden de haberdar olamayacağız. Belki, gerçekten her iki taraf da birbirine hasret duyacak. Yeni başlayan mutluluğun şarkısı, sonlarında da yanlarında olacak.

Kim bilir?

*Aslında Çık Git İçimden’e ait olan bu söz,  yazının kısa bir özeti gibi.

22 Eylül, 2015

Kış şarkısı

Bir blog yazısına eşlik edebilecek en güzel şarkıyı bulana kadar yeni bir post  yazmamaya karar vermiştim aslında; fakat yine birkaç ay uzak kalmak istemedim buradan.Neticede, Rainbow Eyes role playlere ne kadar yakışıyorsa bir postun yanında da o kadar iyi gidiyor.

Aslında bu blog yazma işi en çok akılda bir konu varken güzel oluyor. Gerçi dün "Şunu derim, bundan bahsederim, aaa bunu da anlatmadım" diyerek uzun bir post döşeyeceğimi düşünüyordum; demek ki dün yazmalıydım.

Ayaklarım üşüyor, çorap giymelik havalar gelmiş. Bir kış daha, bilinmezleriyle gelmiş. Kim bilir, belki yarın buraya yazacak upuzun bir yazım olur. Belki bu kış, buraya yazacak eğlenceli yazılarım olur.

18 Eylül, 2015

Bugünün yazısı

Günlüğüme, 14 Eylül 2014'te yazmam gereken bir yazı vardı. Hayır canım, 11 Eylül'den falan bahsetmeyecektim, bir yurt odasında tek başıma kaldığım ilk geceyi ölümsüzleştirecektim; fakat o kadar hissizdim ki yazacak tek satırım yoktu. Üzüntüden uyuşmaktan ziyade, kendi odamda uyumaktan tek farkı "Bir yurt odasında uyuyorsan korkacak bir şey yoktur." telkinini beş dakika kadar yapmamı gerektirmesi olduğu ve sonrasında her gün bir alışkanlığa, rutine dönüştüğü için değerini üzerinden zaman geçince kaybetti. Sıcağı sıcağına yazmayınca, şu anda bulunmadığım bir yurt odasını konuşmak da anlamsızlaştı.

Her neyse, günlük olarak yazmam gereken bir yazıyı ısıtıp anı diye sunmayacağım elbette size.Planladığım ve aslında hayatımdaki önemli tarihlerden biri olan günü bile yazmayışım aslında kendimden ne kadar uzaklaştığımı gösteriyor. Kendim için bir şeyler yazmayalı uzun zaman olmuş. Tabii bu yeni bir sonu gelmeyecek hikayenin başlangıcı olmayacağı gibi, bu bloga yazdığım eski düz yazılara da devam edeceğim anlamını taşımıyor. Gerekli gereksiz her detayı yazmaya gerek olduğunu düşünmesem de eski postları silmeyişimin tek nedeni anılara saygımdır.

Neden, çok önemli şeylerden bahsediyormuş gibi yapıp boş konuştuğumu bilmiyorum. Belki de blogumu özledim. Aslında, temamı özlemişim. Centilmen beyefendi ile nazik hanımefendinin selamlaşmalarından hoşlanıyorum; Tanrılar da Ağlar ismini de hala seviyor sayılabilirim -eskisi kadar olmasa da- fakat künyemden pek hoşlanmıyorum artık. Yeni bir düzenlemeye gitsem iyi olacak. Buralara biraz bakım yapmanın zamanı gelmiş. Zira kenarda Jules Verne tutmamın bir anlamı yok yazmaktan bu kadar uzaklaşmışken; belki Sylvia Plath kalabilir, ona daha da yaklaşabilirim. Her neyse, zaman gösterecek.

Görüşeceğiz, en kısa zamanda.