20 Ekim, 2011

Tanrılar da Ağlar ~Davet~

Andaç'la konuşmuyoruz. İlkokula giden küçük kızlar gibi birbirimize kırılmamız -hem de sebep dahi yokken- bana çok saçma gelse de, sanırım onun oldukça mantıklı gerekçeleri var ki, aynı sitede oturmamıza rağmen iki hafta boyunca görüşmememizi sağlamayı başardı. Dersaneye gidip gelirken dahi karşılaşmıyorum onunla. Bir yanım onunla basketbol, bilardo oynamayı, halı saha mnçlarına gitmeyi özlerken bir yanım kısasa kısas mantığıyla kendimi aslında çok mutlu olduğuma inandırmaya çalışıyordu. Ama hayır işte, mutlu falan değildim ki ben. En yakın, tek yakın arkadaşım benimle konuşmuyordu, üstüne üstlük tanımadığım bir kıza aşık olmuş olabilirdim. Annem yurtdışındaydı, babam şehir dışında, kardeşim babaannemde kalıyordu ve ben dersanedeki tüm günümü yalnız başıma soru çözerek geçirmem yetmiyormuş gibi evde de yalnızdım. Hal böyle olunca, iki hafta boyunca zorunluluk dışında iletişim kurduğum tek kişiye, kitabın arasından çıkan notun sahibine yönelttim düşüncelerimi. Kimdi, neden böyle bir not yazma gereksinimi duymuştu? Acaba o da neden benim nota cevap yazdığımı düşünüyor mudur ve en önemlisi Andaç'ın tahmin ettiği gibi bir bizim yaşlarımızda biri midir soruları en yakın arkadaşı kalemi olan bir şair defteriyle arasındaki bağ gibi, daima yanımda taşıdığım yegane fikirlerdi.

Ve bu fikirlerin cevapları karşıma hiç beklemediğim bir şekilde çıktı.

Efsane'nin -O'ndan bahsederken ismini kullanabilmek büyük keyif- babamın eski bir arkadaşının kızı olduğunu öğrendikten sonra, babamla aramı ne kadar iyi tuttuğumu görmek annemin gözlerini yaşartıyordu. Bir istediğini iki etmiyor, sigarasını almaya nazlanmadan gidiyor, meyve soymayı dahi kendim teklif ediyordum. O ise bu davranışlarımın altında bir çıkar değil, aklı başına gelen bir oğulun geç kalmış pişmanlığına ait emareler görmek istiyor ve öyle de yapıyordu. Oysa ben karnımdaki ağrıyı sekiz gün sonra dersane çıkışı babamın şirketine yaptığım bir ziyarette -aramı iyi tutma yöntemlerimden biri de bir haftada yaptığım onlarca ziyaretti- söyledim.

Girişinde fazla büyük puntolarla soyadımızın yazdığı aile şirketinin döner kapısından girerken ayaklarımın artık beni alıştırdığı, danışmadaki çalışanların kanıksadığı, babamın sekreteri Ayça Abla'nın bir şeyler söylemek yerine gülümsemekle yetindiği birkaç dakikalık yürüyüşümü bitirdikten sonra deri kaplı kapıyı itip babamın odasına girdim; tabi bu arada yüzüme şipşirin bir gülümseme kondurmayı ihmal edip, bir çuval inciri mahvetmedim.

Babam bilgisayarının başında oturmuş kah ekrandaki işlerini kontrol ediyor, kah önündeki evraklarla ilgileniyordu. Dedemden kalan bu şirket onun için bir hayat garantisi olmuş, küçük yaşlardan beri ne yaşıtlarının -şu anda benim çalıştığım gibi- sıkı ders çalışmalarına, ne de para sıkıntısı çeken insanlara anlam verebilmiş. İzole edilmiş dünyasında büyümüş Avrupai bir yeşilçam züppesi olduğu saçından giyimine, konuşmasından mimiklerine, onu oluşturan her detaya adeta is kokusu gibi sinmiş. Çocuklukta üzerine yapışan o ukalalık ve izlerini halen görebileceğiniz serserilik, dedemden kalan yüklü servetten daha çok babamın imzasını taşıyor diyebilirim.

Odası da ruhundaki bu çalkantı ve rahatlığının izlerini mimar oluşunun getirdiği özel bir zevksizlikle birleştirmiş, sürrealistin tam tanımı olma özelliğini taşıyordu. Odadan içeri her girişimde gözüme ilk çarpan detay normalde fazlasıyla geniş ve dikdörtgen olması gereken odanın fazlasıyla geniş ve elips oluşudur. Babam neden böyle bir değişime gereksinim duydu, dikdörtgen bir oda onu mutsuz mu ederdi, bu mimarlıkta etik midir, hiç bilmiyorum. Fakat bildiğim bir şey varsa o da odadaki tüm koltuk takımlarının -iki adet. biri deri biri süet-, toplantı masasının -işlemeli sandalye başlıklarına sahip, on bir kişilik- başkana ait masanın ve enfes manzaralı döner sandalyenin el yapımı olduğudur. Tam bir görmemişlik timsali olan bu odayı, altın yaldızlarla kazınmış ve babamın şahsına ait her kartta yazan iki satır tamamlıyor: "Tekin Sezer, Yönetim Kurulu Başkanı"

Tüm bu iç sıkıcı detayları bir kenara bırakıp babama gözlerimi çevirdiğimde babamın geldiğime pek de şaşırmış olmadığını görüyordum. Bunda, gittikçe sıklaştırdığım uğramalarımın katkısı vardı sanırım.

- Çağrı, hoşgeldin oğlum. Yemeğe çıkmak için ben de seni bekliyordum.

Ardından öyle imalı güldü ki, birden geliş amacımı biliyor sandım, yine de cazip yemek teklifini aşırı bir heyecanla kabul ettim.

Yemek için fast-food yiyecekler bulabileceğimiz şık ama ucuz bir yere gittik. Siparişlerimi beklerken yavaştan konuya girmenin vakti olduğunu düşünüp, herhangi bir garsonun içecekleri getirip konuşmayı bölmesi ihtimaline mahal vermeden kelimeleri aceleyle peşpeşe sıraladım.
- Baba, bugün yolda Tarık Bey'i gördüm.
- Hangi Tarık Bey'i?
- Tarık Erduman'ı.


Babamın bu ismi çıkarması için biraz salata yemesi, kolasından bir yudum alıp pidesini iyice çiğneyerek mideye indirmesi gerekti.

- Ha şu Tarık. İyi çocuktur ama akıllıca oynayamadı kartlarını. Yazık oldu.
- İyi miydi aranız?
- İflas etmeden önce evet. İflastan sonra silindi buralardan. Doğal seçilim deniyor buna. Güçlü olan hayatta kalır, diğerleri elenir.

Onu hiç rahatsız etmeyen bu gaddar sözleri duymamazlıktan geldim.

- İyi bir eski dost yani?
- Evet dedim ya Çağrı.
- Madem eski bir dost, bir yemeğe çağırsak mı? Yakınmışsınız hem? Andaç'ları da çağırsak?


Babamın karnının doymaya başlamasıyla kızaran yüzünün tepkisizliğinin yanında, sükunetiyle sesim gittikçe kısılıyordu. Gelen yemeklere hiç dokunmadan birkaç patates kızartmasını ağır ağır çiğneyerek, vereceği tepkiyi yüreğim ağzımda olmasına rağmen dışarıya sakin bir imaj çizerek bekledim.

- Uzun zamandır görüşmedik, tuhaf olur.
- Bence olmaz.

- Söylesene, sen neden bu kadar çok ilgileniyorsun Tarık'la?


O an babamın gözlerinin içine bakıp bir karar vermem gerekti. Benim misafirlik teklifime tamamen karşı olan ve Tarık Erduman'a bu kadar soğuk yaklaşan babamı tek bir şey ikna edebilirdi, ben de onu yaptım.

- Kızı lazım bana.


Bu kadar saçma bir cümleyi hayatımda ikinci bir defa kurduğumu zannetmiyorum. Fakat emin olduğum bir şey var ki babam benim kastettiğim anlamı olabilecek en yanlış şekilde anlayıp dolu olan ağzındakileri zorla yuttuktan sonra büyük bir kahkaha attı. Neyse ki tek kelime sormadı bu utanç verici andan sonra, zira ben karşısında yanakları Amasya elması kıvamında oturuyordum.

- O zaman başka. Ayarlarız bir şeyler.

Sağolsun, sözünde durdu. Yemekten hemen sonra, ofise döndüğümüzde ilk işi Tarık Bey'in numarasını sekretere buldurtup aratmak oldu. Telefon uzun uzun çaldıktan sonra aralarından birbirlerini hayırsızlıkla suçlamak temalı bir diyalog geçti ve babam ilk adımı atan eski dost havalarında, Erduman ailesini reddetmeye imkan dahi tanımayan buyurgan bir üslupla yemeğe çağırdı. Bu camiayı özlemiş biri olan Tarık Erduman'ın da zaten teklife icabet etmemek gibi bir düşüncesi yoktu. Alan razı satan razı bu görüşmede babam özellikle ailece gelmelerini, çocukların ve eşlerin kaynaşmasını istediklerini vurgulayarak bana bir göz kırptı. Babamla bir sırrı paylaşıyor olmak oldukça rahatsız edici olsa da gülümsemek zorunda kaldım. Gerekli gereksiz her yerde önüme getirdiği her imadan sonra yaptığım gibi..
Şirketten, iki gün sonra, yani cuma gecesi Erduman'larla bir yemekte olacağımız düşüncesiyle çıkarken yürümüyor, koşmuyor, adeta uçuyordum. Hatırladıkça üzüldüğüm tek burukluk Andaç'la aramız iyi olmadığı için bu sevincimi paylaşamayacak olmamdı. Zaten babam yemeğe çağırmamızı da gerekli görmüyordu. "Çağrı seni tanıyorum, Andaç zibidisi o kızı ne yapar eder tavlar, sen üçüncü şahıs olduğunla, biz Erdumanlar'a ziyafet çektiğimizle kalırız." diyerek bana hakaretle karışık bir iyilik etmişti.

O gece annemin "Erdumanlar da nereden çıktı şimdi" söylenmelerini duymamaya çalışarak, Efsane'yle tanışmak için en güzel yolu bulduğuma kendimi ikna ederek, aklımı çokça severek uyudum. Ertesi gün, yemek hazırlıkları başlamıştı.

Annemin yardımcılara verdiği talimatlar doğrultusunda önce temizlik tamamlandı, sonra ayak altında dolaştığım için bana fırça atıldı, ardından yemek işine girişildi. Yemek kokuları mutfaktan odama sızmaya başladığında sahil kenarına inip biraz yürüyüş yapmaya karar verdim. Belki bu şekilde akşam için kendimi hazırlayabilirdim.

Fakat ne mümkün! Bir buçuk saat, ayaklarımın tabanı sızlayana kadar, kulaklıklarım hariç tek başıma yürümelerim hiç fayda etmedi ve ben annem telefonumu çaldırdığında hâlâ heyecanımı yenememiş vaziyetteydim. Annemin telefonu çaldırması eve gitmem ve meyveleri almam için bir işaretti. Dolmuşa atladığım gibi sinirleri zıplamaya müsait annemin isteklerini yerine getirmek üzere önce eve ardından markete doğru yola çıktım. İlk iş olarak sabahki söylenmelerini unutması için annem için bir demet çiçek yaptırdım, ardından siparişleri aramaya koyuldum. İki kilo ahududu, altı adet ananas, üç kilo kivi ile eve dönerken bütün bu otantik meyvelerin eski zengin Erdumanlar'a karşı yapılan bir nispet olduğunu seziyordum. Annemin bu gösteriş merakına market market dolaşıp ananas bulamazken söverken saatin oldukça geçtiğini ve yedi buçuğa yelkovanın dayandığını babam aradığında farkettim. Misafirlerin geldiğini, çabuk olmamı söylüyordu. Zaten gerisini pek duymadım. Misafirlerden sonra eve girmek nefret ettiğim bir şey iken misafirlerin gizliden gizliye hoşlandığım kız olması ayrıca fenaydı. Peşimde on kaplan gücünde üç köpek varmışçasına hızla eve koştuğumda, kendimi bu kadar leş gibi terlettiğim için pişmanlık duymanın yanı sıra nefes nefese kapı çalmanın da pek şık olmadığını aklıma getirdim. Fakat olan olmuştu ve elim zile dokunmuştu. Annemin kapıyı erkenden açması için dualar ettiğim sırada kapı Efsane tarafından açıldı. Öyle güzeldi ki onu hiç beklemediğim bir zamanda karşımda görmek.. Genelde takip etmeye, gizli gizli izlemeye alışık olduğum için tuhaftı nezih bir ev ortamında güzel kıyafetlerle, dünya gözüyle görmek. Giydiği askılı mor elbisenin eteği bir balerin eteğini andırıyor, en az bir balerin kadar zarif olan Efsane'yi her zamankinden göz alıcı yapıyordu. Açık kahverengi saçları askılı elbisesinin açık bıraktığı omuzlarına dağınıkça dökülürken, bana diktiği gözlerindeki belli belirsiz makyaj gözlerinin yosun yeşili olduğunu ortaya çıkarıyor, hafifçe nemlendirilmiş dudaklarında o tanıdık gülümseme yüzündeki en önemli eksiği, ona çok yakışan mutluluğu tamamlıyordu. Ben onu böylesine derin incelerken o ise gözlerini elimdeki çiçek buketine merakla dikmişti. Kısa bir anlık tereddütün ardından dayanamayıp ben de gülümsedim ve çiçekleri ona uzattım. "Senin için" Benim bu sözlerimin ardından yüzündeki mutluluğa kısa zamanlı bir şaşkınlık da eklendi; fakat çiçekleri alıp kokladığında sadece kocaman bir gülümseme vardı. "Çok teşekkür ederim, harikalar gerçekten." Onu böyle mutlu edebildiğimi gördükten sonra aklıma ister istemez Andaç geldi. 1-0 öndeydim işte, o çiçek almayı akıl edemeyecek kadar odunken, ben onu mutlu edebilecek kadar doğru kişiyim! Gerçi ben de annem için almıştım; ama orası küçük bir detay.

Aramızdaki bu kısa; fakat oldukça duygunun sığdırıldığını diyalogdan sonra ben mutfağa aldıklarımı bırakmak için yöneldim, o ise çiçeklerini ailesinin yanına bırakmak için misafir odasına geçti. Uzun süre koca koca insanlardan mutfağa kadar gelen "Ooo" seslerini duymamazlıktan geldikten sonra misafirlere bir hoşgeldiniz diyip odama, etrafı biraz toparlamak için geçtim. Fakat buna pek vaktim olamadan Efsane kapıyı çaldı ve içeri girdi. Gözlerimi onun aşina simasına kaydırdığımda beni dehşete düşüren bir şey gördüm ellerinde. Kütüphanede bizim o yabancıyla içine notlarımızı bıraktığımız kitaptı elindeki. Kütüphanedeki o kitap olduğuna eminim; çünkü onu öylesine detaylı incelemiştim ki, üzerindeki etiketlerin numarasından anlayabiliyordum. O andan itibaren yeryüzündeki bütün duyguları aynı gecede yaşadım.
***

16.01.2012
23.17
edit
Abiler her zaman haklıdır. İlk bölümde Çağrı ve Efsane'nin astsubay orduevinde hamburger yediğinden bahsetmişim; ardından babalarının ticaret sektöründe olduğunu yazdım. Bu kopukluk biraz tuhaf tabii. Aslen gençlerimizin babası holdingçilik oynuyor.

08 Ekim, 2011

Tanrılar da Ağlar ~Basketbol~

Andaç'la buluşmamızın ardından aceleyle eve gitmemin altındaki asıl amacı gerçekleştiremedim. En azından o akşam. Andaç'ın sözlerini kafamda evirip çevirdim. Kıllı ve yaşlı bir heriften gelen nota cevap verme ihtimali beynimi öyle kurcaladı ki, rüyamda gay yaftası yiyip beysbol sopasıyla dövüldüğümü görüyordum. Neyse ki sadece bir rüyaydı.

Kararsızlıkla ve içim içimi yiyerek geçirdiğim üçüncü günün sonunda soluğu kitabı ve içine yazdığım notu bırakmak için kütüphanede aldım. Görevlinin tüm ısrarlarına ve garip bakışlarına rağmen kitabı yerine kendim koymak istediğimi söyledim. Kısa süren bir inatlaşmanın ardından benimle uğraşmak yerine arka bahçede sigara içerek mesai doldurmak daha cazip gelmiş olacak ki, birkaç mırıldanmadan sonra beni yalnız bıraktı. Bense sözlerini ve kabalığını yaşlılığına verip kitabı özenle aldığım yere yerleştirmiş, dershanenin öğle arası gelenekselleşen kantin muhabbetlerine yetişmek için kütüphaneden hızla çıkmıştım. Benim çıktığım hızla kütüphaneye giren kızsa bana çarptığı halde geriye dönüp bakmamış, aceleci tavrıyla sinirimi bozmayı başarmıştı. İnsanlar arasında itilip kakılmaktan ve özür dilenmemesinden nefret ettiğimi düşünerek dershaneye yürüdüm, sıkıcı günlerimden birini daha geride bıraktım. Ders çalışmakla ömrün geçmeyeceğini, baba parasının da pekala yeterli olabileceğini dahi düşünecek kadar zavallı bir durumda, sınavdan, derslerden, okula gitmemekten, arkadaşlarımdan ve şehrimden bunalmış bir halde yaşamımı idame ettirmekteydim. Anlamını yitirmiş nesneleri sadece yazarken, boyalı parmaklarımı kağıt üzerinde gezintiye çıkarırken tam anlamıyla rahatlıyordum. Bu günlüğü yazma amacım da aşık olduğum kızı anlatmak kadar yaşama amacımı kendime hatırlatmaktı. "Şimdi kağıtların üstünde gidip gelen ellerim titremez artık, yolunu bilir şimdi." Ben zaten yazacaktım, anlam katan nadide bir unsur oldu bu aşk sadece. Öyle bir aşk ki, saçlarına, yürüyüşüne, dokunuşuna, bakışlarına, parmaklarına, tırnaklarına, kaşlarına, duygularına, duygusallığına, kalbine aşık oldum. Pek zor bir durum bu duyguların tümüyle birden baş etmek; ama olmak zorunda.

Esasında, notu sadece eğlence amaçlı yazmıştım. Karşımdaki insanı asla tanımayacağımı düşündüğüm için öylesine rahattım. Normal zamanda karakteristik özelliklerimden ötürü "Hiçbir şey bir gün çakışacak yollarımızdan daha garip olamaz. Saçlarının kokusunu burnumda hissedeceğim güne kadar, seni özlemle hatırlayacağım." yazmam, yazamam. Fakat bunu yapmış ve o kitabın arasına bırakıp koşar adımlarla suç mahallinden -kütüphane- uzaklaşmıştım. Bu tip fazla özgüvenli sözler ancak Andaç'tan beklenen şeylerdi. Ben her zaman umursamaz çocuktum. Oysa bu sözcükler bariz bir asılma, yavşama, her türlü argo söz öbeğini içine alan bir girişimdi. Sonradan anladım ki aslında onlar üçüncü gözümün, hatta dördüncü gözümün fısıldadıkları, Tanrı'nın yüreğime kondurduğu fikir tohumları ve uğruna savaşacağım amacımmış meğer. Bir gün gerçekleşmesine asla ihtimal vermediğim ve istemediğim bu olayın hayatımı etkileyeceğini içgüdülerim aslında çok önceden söylemiştir bana. Tam bir serseri olarak tabi ki ben bunu o zaman anlayamadım.

Akşamüzeri eve gelip annemi ve babamı pahalı kıyafetleri içinde, davetli oldukları bir resepsiyona giderken gördüğümde evde durmak benim içimden de gelmedi. Şortlu eşofman takımımı giyip basketbol topumu da alarak sitedeki basketbol sahasına herkesin evlerinde uyukladığı bir zamanda indim. Pota ile buluşan topun çıkardığı ses ritmik görüntülerle birleşince kafamı rahatlatan bir meditasyona dönüşerek fikirlerimi kafamdan atmamı, tilkileri düşüncelerimden kovmamı sağlıyordu. Sahadaki tok sesler etrafıma kuş dahil hiçbir canlının yaklaşmasına mahal bırakmıyor, uzun zamandır ders çalışmak dışında elde edemediğim yalnızlık ve güven hissini veriyordu. Havuzun ışıklarıyla aydınlatılan gecede, tüm kötülüklerin anası olan karanlık benim annemde dahi bulamadığım şefkati barındırıyordu. Saatler gece yarısına dayandığında bana adım adım yaklaşan kişiye döndü gözlerim. Andaç'tı gelen. Şaşırmadım gelişine. Bir yanım onu en başından beri bekliyordu.

- Delirdin mi sen bu saatte, gidip yatsana. Yarın dershanen var.
- Kafam bozuk.
- Şöyle ergen ergen takılma bana. Git yat.
- Çok istiyorsan sen gidersin.

Uzun uzun, tek söz etmeden baktık birbirimize. Kavga edeceğimizi zannettim, onun yerine topu elimden alıp potaya bir ikilik attı. Girmedi. Ben de denedim. Başarısızdı. Yarım saat boyunca canla başla, sanki aramızdaki konunun çözümü atacağımız sayılara bağlıymışçasına maç yaptık Andaç'la. Berabere bitti. Yorgunluk dayanılmaz dereceye ulaştığında saha kenarındaki banka oturup terlerimizi silmeye başladık. Söze başlayan o oldu. Ben hâlâ bir çocuk kadar kırgındım ona. Sebebini dahi bilmeden..

- Seni daha önce bu kadar hırslı görmemiştim.
- Kafam bozuk demiştim.
- Ne oldu?
- Notu bıraktım. Kitaba. Kütüphanedekine.
- Ee, bu depresyona girmen için bir neden değil.

Sözlerindeki suskunluğa binaen anlatmak isteyip anlatamadığım tüm detayları döktüm ortaya. Broşür dağıtıcısı kızdan başlayıp kütüphanedeki görevlinin sözlerine, ailemle olan sorunlarımdan sınav stresime kadar içimden o anda geçen her şeyi anlattım. Anlattıkça rahatladığımı hissediyor, vadesi dolmuş bir balonun patlama sınırında olduğumu yeni yeni fark ediyordum. Sözlerimi bitirdiğimde uzun bir sessizlik oldu aramızda. Sanırım ikimiz de düşünüyorduk.

- Boşluktasın. Bir şeylere ihtiyacın var. Sevmeye. Kimi olursa.
- Aynen öyle.
- Bir kedi falan al. Ne biliyim, kuş besle, köpek besle. Seveceğin kişi bir insan olmak zorunda değil.
- Aşık olmak istiyorum.
- Olmuşsun zaten. Broşür dağıtan kıza. Fark etmiyor musun?
- Fark etsem neye yarar? Bir daha görebilecek miyim?
- İstersen neden olmasın? O kızı biliyorum. Geçen gün yanımda olan kız değil mi?

Sessizlik. Ardından Andaç'ın kahkahası.

- Çağrı yoksa sen bunun için mi kızgınsın bana kaç gündür?

Ardından yine sessizlik. Ve Andaç'ın sönen kahkahası.

- Anladım, hoşlandığın kızı her türlü oyunla elde ettiğimi düşündün sırf o gün birlikte yürüyoruz diye. Bak bunu bir kere söyleyeceğim bir daha asla açmayacağım konuyu. Öncelikle bir derdin olduğunda benimle paylaş, sor bakalım neymiş işin aslı. O kız var ya, babası şu bizim pederin inşaat sektöründe oldukça tanınırdı. Parayı tuvalet kağıdı niyetine kullanırlardı ailece. İki nesil sülalesine bakacak parası vardı adamın bankada. Sonra-

Pür dikkat onu dinlediğimi görüp gülümseyerek konuşmaya devam etti. Oysa benim içimde bir şeyler kopuyordu ağzından çıkan her sözle.

- Sonra bir dolaplar çevirmiş bu herif, iflas etti. Nesi var nesi yoksa aldılar elinden. Yatları, katları tuzla buz oldu. Eski kodamanlardanlardan yani. Zaten tanırsın sen de, Tarık Erduman. Erduman Holding yönetim kurulu başkanı.

Tanıyordum. Ülke basınını günlerce meşgul etmişti Tarık Erduman'ın yurtdışına kara para kaçırmakla suçlanması, mahkemeleri, cezaları, birkaç aydan sonra hapisten çıkışı.. Bir yıl önce olmuştu bu olaylar. Ve unutmam imkansızdı. Tarık Erduman benim birebir tanımadığım, babamınsa yakın arkadaşlarındandı. Av partileri, jokey toplantıları yaparlardı. Fakat dediğim gibi ne kendisini, ne ailesini tanırdım. Zaten babam da adam düşüşe geçtiğinde onunla görüşmeyi kesmişti. En zayıf halkaydı Erdumanlar artık.

- İşte böyle. Adam koskoca holdingi batırdıktan sonra takdir edersin ki malikaneler yerine 100metre kare evlerde yaşamaya başladılar. Borçlarını temizlemekle meşgul hâlâ. Olan o kıza oluyor. Efsane'ye. Biraz olsun para kazanmak, babasına yardım etmek için yapıyormuş. Annesi avukattı, eve ocağa uğrayamıyormuş kadıncağız ekstra işlerden. Babasını suçluyor ölesiye. Ama yine de yardım etmeden yapamıyor. Zaten milyon dolarlık borcun altında ezilip kalırlar. Aç kalırlar yemin ediyorum. Öyle işte. Efsane uzun zamandır arkadaşım. Yanında olacak birine ihtiyacı var.

Duyduklarımdan etkilenmediğimi söylemem inandırıcı olmaz. Günlerdir düşündüklerim beni utandıran gerçekler olarak yüzüme vurmaya başlamıştı. Efsane hakkında da, Andaç hakkında da söylemediğimi bırakmamıştım. Sahi, Efsane ne güzel isim öyle.. Efsane.. Benim Efsanem demeye çok müsait. Keşke.. Ama, neyse.

- Üzücü şeyler bunlar. Çok şanslısın sen. Yanında olabildiğin, ona yardım edebildiğin için. Böyle bir şansın var en azından.

Manalı ve hayal kırıklığına uğramış bir gülümsemenin ardından yanımdan tek söz söylemeden kalktı Andaç. Sanki bu kadar kör olabilmeme şaşırıyordu. Bense her zamanki terkedilmişlik duygumla saat gecenin üçünde pahalı bir sitenin basketbol sahasının kenarında elimde topumla oturuyordum. Telefonum çalıp annemler eve çağırdığında tüm kızgın söylenmelerine kulaklarımı tıkayıp yatağıma gittim. Fazlaydı duyduklarım.

Sliwer: *kıps* En mantıklı fikir seninkiydi.