29 Eylül, 2011

Tanrılar da Ağlar ~Kütüphane~

Dersaneden arta kalan zamanlarımda yapmaktan en çok hoşlandığım şey askeri tesislerin ürpertici havasında kolamı yudumlarken biyoloji çalışmak.

Üzerimdeki baskıdan dolayı derslerin beni bunalttığını, kendimi büyük bir sorumluluğun altında ezildiğimi hissettiğim günlerdi. Bu yıl kesinlikle üniversiteyi kazanmalı ve İstanbul'a yerleşmeliydim. Aileme sorarsanız bu olayı fazlasıyla abartıyordum. Onlara göre bu kadar sıkı bir tempoyla çalışmama gerek yoktu. Taban puanı almak ve sonrasında özel bir üniversitede baba parasıyla okumak da pekala bir yoldu. Oysa ben bunu istemiyordum. Bağımsız yaşamak istiyordum ve gerekirse bu yolda öleceğimi her dakika söylüyordum. Annemse her zaman tek bir cevap veriyordu. "Aman oğluşum, ağzından yel alsın."

Takdir ederseniz bu yoğunlukta hobilerime zaman ayırmaya fırsat bulamıyordum. Gitarımı haftalardır elime almamıştım. Bir filmi keyifle ve baştan sona seyretmemiştim. Kendi seçtiğim bir kitabı okumayalı uzun zaman olmuştu. Elimde avucumda kalan tek şey yoğun tempom ve bedenimde oluşturduğu gözler görülür yorgunluğa rağmen devam ettiğim basketbol antremanlarımdı.

İçine düştüğüm boşluk her manada öyleydi. Arkadaşlarımla eskisi kadar sık görüşemiyordum. Ailem kendi alemindeydi. Artık derslerden de bunalmıştım. Sınav desen nefesi ensemde... Bir değişikliğe ihtiyacım vardı. Arayış içindeydim. En kötüsü, bu boşluğu nerede ve kiminle doldurmam gerektiğini bilmiyordum. Ruhsal bunalımımı farkettiğim anda yeniden kitap okumaya devam etmem gerektiğini farkettim. Lisenin ilk yıllarında sürekli kitap okur, kendimi kahramanların yerine koyardım. Bu aktivite bile beni rahatlatmaya yeten bir tür meditasyon gibiydi. Her zaman ana kahraman olmazdım gerçi ben. Esas adam olmak her zaman Andaç'ın işiydi. Ben gırgır şamata ilerleyen lise grubunda muhabbetin ne içinde ne dışında, kenarda yürüyen genç olurdum her defasında. Yanımdaki arkadaşlarım benliğimi tam olarak dolduramadığı için sık sık caddedeki insanlarla göz göze gelir, manevi bağlar kurar, saniyelik aşklar yaşardım. Onlara geçmişler yazar, yaşanmışlıklar, kırgınlıklar ekleyerek yürürdüm yol boyu. Arada sırada arkadaşlarımın eğlenceli muhabbetlerine katılmayı da ihmal etmezdim tabi ki. Fakat cadde halkı tarafından dirseklerime kadar katlanmış gömleğim, salaş saçlarım, saçlarımı kestiriş biçimim, kirli sakalım, hatta çantamı taşıyış şeklimle dahi tam bir ortam çocuğu gibi göründüğümü düşünürdüm hep. Kim bilir, belki de sadece benim kuruntumdur.

Lafı uzattım iyice. Altı üstü kütüphaneye gitmek için toparlandığımı ve kendimi yağmurun çiselediği caddeye attığımı söyleyecektim. Soğuktu; ama ben çok fazla üşümüyordum. Zaten ben fazla üşümezdim ki. Sadece gerçekten soğuk olduğunda. Atkı mevsiminde yani. O zamanları çok severim. Rengarenk olur herkes. Çeşit çeşit atkıları, eldivenleriyle doldururlar okulları, sokakları. Renkleri sevdiğim içindir belki kışı sevmem. Çünkü ben genel kanının aksine kış aylarının gri değil, gökkuşağı renkleri ile dolu olduğuna inanırım.

Yüksek tavanlı kütüphanenin saman kağıdı kokan havasını soluduğumda duvardaki ısıtıcı sayesinde içerideki havanın kırıldığını farkettim. Sakince kahvelerini yudumlayıp kitap sayfalarını karıştıran okuyucuların yanında geçip raflara, kitap seçmeye ilerledim. Klasiklerden okumak istemiyordu canım. Eğlenceli şeyler arıyordum. Kişisel Gelişim kitaplarını da sevmezdim, hayatım boyunca bir tane kişisel gelişim kitabının bana yeteceğine inanırdım. Ne de olsa hepsinin ana fikri inanmaktı. Ben de inanırdım kimi şeylere. Renklere inanırdım, en çok da yeşile. Kahve kokusuna, künefenin tadına, kaloriferin sıcaklığına, yorgunluğa.. Gözlere inanmazdım ama. Sözlere bazen. Kitaplara hiç. Benim doğrularım hiçbir zaman kitaplarla örtüşmedi. Ne vakit öyleymiş gibi davranmam gerekse, rolümü iyi oynadım. Bu yüzden hayatımda en çok tiyatroya inandım. Fakat rol yapmaya inanmadığım için sadece izlemekle yetindim. İzlerken iyi izledim ama. Ağlayarak, en çok da gülerek... Lakin asla düşünmem. Kafamı dinlendirmek için izledim çünkü. Sadece bunun için.

Sevdiğim birkaç yazarın rafına gitti elim alışkanlıkla. Düşünceli bir gündü. Uzun olacağı da kesindi. Çabucak kitabı seçmek, eve gitmek ve uyumak isteğiyle yanıp tutuşuyordum. Kitaplara göz ucuyla bakıp ismini beğendiğim bir kitaba attım elimi. Kayınbabamın Bavulu. Yazarı daha önce duymamıştım. Duymam da gerekmezdi nasılsa. Danışmada kitabı onaylatıp otobüse bindim, kitabı açıp okumaya başladım. Sıkıcı bir başlangıcı vardı. Eğlenceli bile sayılamazdı. Okuyorsam tek nedeni buram buram yayılan acının kokusuydu. Yazar sanki harfleri döverek, kelimelere işkence ederek bitirmişti romanını. Soyut acıları somut yaşamış sanki, sebebi yine kendisi olduğu halde nefret etmiş üzülmekten. Ergenlik bunalımı denilen olayın tam ortasında olduğu için ilgimi çekti bu gözyaşı yüklü yaşam. "Bu kitabı intihar etmeden bitirsem iyi." diyerek kapadım kapağını. Sayfalarına şöyle bir göz atarken gözüme bir kağıt parçası takıldı. Kimin neyi unuttuğunu merak edip aldım elime. Şaşırdım. Bu sefer her zamankinden farklıydı. Hatta çok farklıydı. Duygusal bir günde karşıma çıkması oldukça tehlikeli bir kağıttı... "Bu Ne kadar tuhaf, değil mi? Bu kitabı bir süre önce ben okuyordum. Sayfalarında izlerim var, her satıra takıldı gözüm, elimin kokusu sindi yapraklara. Şimdi ise sen tutuyorsun benim dokunduğum bu sayfaları elinde. Başmbaşka hayatın, anıların, pişmanlıkların, mutluluklarınla.. Kim olduğumu bilmediğin halde birkaç günümü geçirdiğim bu eşyayla şimdi sen birliktesin. Garip değil mi sence de? Bence çok garip..." Garip, evet. Kitapların içine bırakılan notlar olması garip. Benim bulmam garip.. Böylesinne etkileyici bulmam da... Kafama takılmış notla eve gittim, notu da, stresimi de unuttuğum derin bir uykuya daldım. Öyle derindi ki, ertesi gün uyandığımda saat 10'du. Dersaneye geç kalmıştım. Annem briç oynamak için bekar arkadaşlarıyla buluşmaya gitmişti. Babam birkaç gün önce çıktığı seyahatten dönmemişti anlaşılan. Kardeşim vardı evde. Bir de dadısı. Şarkı söyleyerek çizgi film izliyorlardı. Sessizce kapıdan sıvıştım, Andaç'la buluşmak için Kahve Bahane'ye gittim. Her zaman geç gelmeyi alışkanlık edinmiş arkadaşımı beklerken kütüphaneden aldığım kitabı okumaya devam ediyordum. Şeytan tüyü gibiydi bu kitaptaki. Okumak istemiyordum. Sıkıcıydı çünkü. Ama merak ediyordum. Ne kadar üzüldüğünü, ne kadar üzülebileceğini, sınırlarını görmek istiyordum. Yazarın acılarınının en yoğun vaktinde geldi Andaç. Karşımdaki sandalyeyi çekip aceleyle yerleşirken dışarıdan soğuğu getirmişti. Ellerini ovuştururken bir yandan konuşuyordu.

- Vay, yine başlamışız okumaya. Uzun zaman oldu seni bir kitap okurken görmeyeli.
- Biliyorsun sınav falan..
- Peki peki bir şey demedim zaten. Ee, anlat ne var ne yok?

Sorusuna cevap vermem yanımıza gelen garsondan dolayı kesintiye uğrasada, iki kahve siparişimizin ardından söz sırasını almıştım.

- Garip bir şey oldu Andaç. Kütüphaneden bu kitabı aldıktan sonra içinden şu notu buldum.

Özenli el yazısıyla süslü, kitabımın içinden çıkan sürpriz misafir kağıdı Andaç'ın ellerine bıraktım. Pis bir gülümsemeyle okudu yazılanları. Okumayı bitirdiğinde şen bir kahkaha attı.

- Oğlum ne adamsın lan, senin gibi farklı tip insanlar buluyor seni.
- Ne alakası var şimdi? Belli ki nostaljiden hoşlanan bir ihtiyar yazdı.
- Sana bir şey söyleyeyim mi, insanları azıcık tanıyorsam bu yazı yaşlı bir ninenin işi değil. Belki lise, belki üniversite, ki bence üniversite, öğrencisi bir kızın yazısına benziyor.
- Hadi lan oradan, sen kim, insanları anlamak kim?

Sözlerim ağırına gitmiş olacak ciddi bir tavır takındı yüzüne.

- Ben bilmem Çağrı. Haklı çıktığımı anladığında açarsın konuyu tekrar.
- Hadi ama, asma yüzünü inanıyorum sana. Ne yapmalıyım sence?
- Bir şey yapmana gerek yok; ama eğer istersen bir cevap yazabilirsin. Eminim notunun alınıp alınmadığını kontrol edecektir.
- Öyle mi dersin?
- Valla öyle.

Kahvemizi içtiğimiz sürenin geri kalanında onun hayatından, basketboldan, derslerden, kaygılardan bahsettikse de aklımda tek bir şey vardı: Bir an önce eve gidip bulduğum nota karşılık bir cevap yazmak. Yarın ise ilk işim kütüphaneye uğramak olacaktı. Gece gördüğüm rüya bu konudaki en büyük destekçimdi. Notu bırakan alımlı kızla -üniversite çağında, fıstık gibi tabir edilen bir ablaymış meğer notun sahibi- mutlu bir birliktelik yaşıyormuşuz ...

24 Eylül, 2011

Tanrılar da Ağlar ~Andaç~

Normal bir zamanda sokakta dağıtılan el ilanlarına yanaşmaz, birkaç metre öteden dağıtıcıları gördüğümde yolumu değiştirip adımlarımı sıklaştırırdım. Birkaç adım sonra çöpe atacağım kağıtlar hiç mi hiç ilgimi çekmiyor, reklamlar bende etkisini gösteremiyordu. Gel gör ki son birkaç gündür ders çalışırken bile aklımın bir köşesini daima meşgul eden o kızın verdiği kütüphane reklamını günlerdir nereye gitsem yanımda ayırmıyor, motive olabilmek için dahi ona bakıyor, bir daha karşılaşabilmenin hayaliyle tutuşuyordum. XX. yüzyıl aşıkları gibi onu evine kadar takip edip adresini öğrenmek, gün aşırı çiçek, ara sıra mektup yollama isteğimi bastırmakta zorlanıyordum. Etütlerle dolu olan dört gün boyunca kendi sesimi ve düşüncelerimi dinledikten sonra ne yapmam gerektiğine kısa süreli bir çözüm bulmuştum. Bana o ilanı verdiği caddeye tekrar gidecek, en azından orada olup olmadığına bakacaktım. Kaybedeceğim bir şey yoktu, dersaneme yakındı ve eve gidiş yolum üzerindeydi. Sadece bir kez daha görmek yeterliydi hem de..

Oysa öyle olmadığını dehşetle farketmem, ders çalışmadığım zamanların tamamında broşürü incelediğim, elimde oynadığım broşürün ne kadar yıprandığını farkettiğim günün ertesinde oldu. Beşinci gün sabahında her zamanki gibi hazırlanıp dersaneye danışmalarım için gitmiş ve yoğun bir fizik, kimya, biyoloji çalışmasından çıkmış hedefime doğru büyük adımlarla ilerlerken kalbim onu görme ihtimalinin heyecanıyla, görememe ihtimalinin kırgınlığıyla fazla mesai yapıyor, beynimdeki tilkiler kuyruklarını havaya dikmiş bir oraya bir buraya koşuşturuyordu. Yol uzadıkça ve adımlarım hedefine varmakta geciktikçe sinirleniyor, stres yetmezmiş gibi sırtımdaki çantayı yere atıp paralama isteğiyle de baş etmek zorunda kalıyordum. Onu tam da görmeyi plandığım yerde, eski yerinde bulmak yüzüme bir gülümseme yaydı. Onunla ilgili çok şeyi, nerede bulabileceğimi, hangi mekanları sevdiğini bildiğim hissine kapıldım doğru olmadığını bile bile. Bu güzel hissin verdiği sıcaklık ve neşeyle yanına gidip bir broşür daha aldım, teşekkür edip gülümseyerek yanından ayrıldım. Arkamdan o yumuşak sesiyle bir şeyler mırıldandığını duymuştum; fakat kelimelerin kulağıma gelişi çok net olmamıştı. Zaten ne söylediğinden çok, benimle konuşmasıydı önemli olan. Ben o gün ondan altı broşür daha almıştım. Belki farketmişti, belki etmemişti. -ki bence etmişti- Yine de eve döndüğümde eskisinden neşeli olacağıma emindim. O, broşürlerini bitirip yüzünde rahatlamış bir ifadeyle gözlerini saatine çevirdiğinde ben de zamanın ne kadar geç olduğunun farkına vardım.

Kırtasiyelerden birinden tüm dersler soru bankası alıp dolmuş durağına yürürken Andaç'ı gördüm. Her zamanki kural tanımazlığıyla salına salına yürüyordu. Andaç benimle aynı yıl doğmuş olmasına rağmen okula bir sene geç yazılmış olmanın bedelini ödüyor, lise son öğrencisi sıfatını taşıyordu. Gri okul pantolonunun üzerine giydiği gömleğin etekleri dışarıda, bir eli sırtında, ceketini adeta LCW kataloğundaymışçasına tutuyor, diğer elini her zamanki alışkanlığıyla cebine sokmuş yürüyordu. Dışarıdan gördüldüğünde tam bir kasıntı olduğu ve artistik görünmek için özel çaba harcadığı düşünebilir, onu tanımaya ilk başladığımda ben de öyle düşünüyordum; fakat zamanla onun aslında böyle biri olduğunu ve böyle kabullenmem gerektiğini anladım. Andaç'la özel lisede tanışmış, dör yıllık arkadaşlığımızı ben mezun olmama rağmen kesintiye uğratmadan devam ettirmiştik. Zengin adamların çocuklarıydık o lisede okuyan züppeler olarak. Ama parasına en çok güvenen Andaç'tı. Zengin züppesi dedikleri ve concon tabir ettikleri adamlardandı anlayacağınız. Şehrin en popüler ve yaramaz çocuğu olarak bilinirdi; çapkına çıkan adını ne yapıp ettiyse de düzeltememişti. Kızlara hiç acımaz, sıkıldığı zaman bir mesaj atıp ayrılırdı. Geçmişinde babasıyla ilgili çok sıkıntı çekmişti ve bunları kızlarla oynayarak atardı. En azından benim emin olduğuna inandığım fikrim bu yöndeydi. Yeri geldiğinde babasını dahi satmaktan çekinmese de, en şiddetli kavgalarımızda dahi alttan alan taraf olmuştu. Neden bilmiyorum, koruma içgüdüsü hissediyordu bana karşı. İşime gelirdi doğrusu.

Birkaç haftadır benim sınav hazırlığım, onun dersleri derken oturup bir şeyler içmeye vakit bulamamış, anlatacak şeyleri biriktirmiştik. Bu karşılaşmayı fırsat bilip şu kızı anlatıp fikrini alacakken, yalnız olmadığını gördüm, biraz yavaşladım. Daha önce Andaç'ın yanında gördüğüm biri olmadığına emindim. Düz saçları omuz hizasında küt kesilmişti. Vücuduna tam oturan gömleği ve eteği olmasa dahi hissedilebilecek şekilde lise öğrencisiydi. Tanıdık geliyordu ama Andaç vasıtasıyla tanışmadığımız kesindi. Belki doğumgünü ya da... O anda tanıdık gelen bu simayı nereden tanıdığımı farkettim. Şehrin en züppe çocuğu ve benim en yakın arkadaşım olacak denyo şu anda benim broşürünü saatlerce okuyacak kadar saf duygularla beğendiğim kıza gülerek bir şeyler anlatıyor, sokağın başından farkedildiğine emin olduğum kahkahalarla kulaklarımı tırmalıyordu. Ya şu anda gidip Andaç'a iyi bir sövecektim, ya da sessizce evime dönüp yeni kimye testlerimi çözmeye başlayacaktım. Yapılması gereken bu iki seçeneği de yapmadım. Andaç'ın yanına gidip elimi omzuna koydum.

-Andaç naber ya?

Sesin geldiğin yöne kimliğimi tespit edebilmek için dönen arkadaşımın gülümsemesi beni görünce tüm yüzüne yayıldı, samimiyetinden zerre şüphe duymadığım tavrıyla konuşmaya başladı.

- Oo kimleri görüyorum. Oğlum ben iyiyim de asıl sen nasılsın, bir sınavdır tutturdun.
- Ne olsun işte uğraşıyoruz daha. Görüşelim derim ben, bir daha ne zaman böyle müsait oluruz kim bilir?
- Olur valla. Ben her zaman müsaitim sen kendini ayarla.
- Yarın sekiz onbeşte kahve bahane'ye gel. İki tavla atıp neşemizi bulalım.

Ben her zamanki erkek muhabbetini yapıp geçen haftanın en sansasyonel derbisinden ayaküstü bahsettikten sonra on beş dakikalık kısa konuşmamızı sonlandırdık. Biz konuşmaya başladığımızda ise Andaç'ın yanındaki broşür dağıtıcı arkadaş bizlere kibarca hoşçakalın dedikten ve bana bakıp gülümseyerek gittikten sonra biz de Andaç'la ayrılıp evlerimizde test kılıfı altındaki internet sohbetlerimize daldık.

Fakat benim içime kurt düşüren konu başkaydı. Andaç'ın o kızla arasında ne olabilirdi? Bunu soracaktım.

"Senin adını bir bilsem, sarılıp öpebilsem.."

20 Eylül, 2011

Tanrılar da Ağlar ~El İlanı~

Postane kapısında dakikalar geçmedi. Durduğum yerde üşümeye, birden üzerime gelen titremeye karşı koymaya çalıştım; lakin nafile. Eski yapılı ofisin dışında üzerimde uzun kollu hiçbir şey olmadan tiril tiril titrerken, içerideki birkaç saatlik eğlencemin sahibini istemeye istemeye de olsa terketmek zorunda kaldım. Adımlarım beni geri geri götürmesine rağmen eve doğru çekilen ayaklarım kalbime isyan ediyor, beynim elinde beyzbol sopasıyla ikisine de çemkirip birkaç saate o kızın saç rengini daha unutacağımı söylüyordu.

Lakin unutmadım.

Annemin benim için hazırladığı yemeği yemedim. Yüzümün solgun göründüğü söylemlerine itiraz ettim, odamda ders çalışacağımı söyleyip kendimi kitaplarıma verdim. Böylece gün boyunca dikkatimi tanımadığım bir kıza vermenin suçluluğunu atıp eksiklerimi, kaybettiğim saatler ve soruları kazanmaya odaklandım. Dikkatim dağıldığında onu kazanacağım üniversiteye, İstanbul'da sil baştan başlayacağım gençlik günlerime odaklanmaya çalıştım. İşe de yaradı. Başarı, devamı daima istenen bir şeydi; dolayısıyla uzun çalışma saatlerime ve yoğun programıma kendimi tekrar kaptırmam zor olmadı. Kaybettiğim bir yıla inat canla başla amacıma, üniversite planlarıma geri döndüm.

Döndüm; hatta ertesi gün arkadaşlarımla paintball oynamaya, biraz kafa dağıtmaya bile gittik. Nisan ayındaydık, hazirandaki sınava çok az bir süre vardı; öldürücü hızdaki çalışmalarım iki katına çıkmıştı. Mezun olduğum ilk yıl istediğim puanı belki ihmalden belki ciddiye almamaktan alamamış, ikinci yılımda kendimi kazanmaya odaklamıştım. Bunda ailemin, dersanedeki robokop rakiplerimin, ilk yılda üniversite kazanıp ağzımızın suyunu akıtan arkadaşlarımızın payı oldukça büyüktü ve onlardan öğrendiğim bir şey varsa, o da bu yıl bir kıza kafayı takmamaktı. Tahmin edileceği üzere ben bütün emeğimi bir kız uğruna yakmaya hazırdım. Üstelik o kızın cismi dışında tek bilgi yoktu kafamda. Zaten bir ay boyunca ara sıra aklıma gelen silüetini hatırlamak için kendimi ne kadar zorlasam da, tek hatırladığım saçlarının açık kahverengi oluşuydu. Otobüs aşkları kadar kısa sürmüştü. Sevinçliydim. Çalışmalarımın pembe hayaller, uzun telefon konuşmaları, ardı kesilmeyen mesajlaşmalar ve hatta kaprislerle bölünmesini istemiyordum.

Bu isteksizliğimin onu görmemekten kaynakladığı fikri, tesadüf eseri karşılaşmamızın ardından beni terketti. Günlerce, haftalarca onunla ilgili tek şey düşünmememin üzerine şehrin en işlek caddelerinden birinde onu okul eteğinin üzerine giydiği alelade tişörtle, terden nemlenmiş saçlarını aceleyle toplamasıyla, sırtındaki çantası ve elindeki broşürleriyle gördüğümde haftalar önceki ilk görüşmemizden daha şiddetli bir heyecan duyduğumu farkettim. İnsanlara gülerek el ilanı dağıtıyor, kimi zaman yanına yaklaşan üniformalı arkadaşlarıyla şakalaşıyor; ama otomatikman uzattığı ilanlarını dağıtmayı ihmal etmiyordu. Normalde dikkat etmediğim bu broşür dağıtıcılarından birinin o olduğunu farkettiğimde aramızda birkaç metrelik bir mesafe vardı ve o duraksamamı ilan almak istemiyor oluşuma yordu; ama aslında ilanlarının hepsini almak, eve biraz daha erken gitmesine, yorgun ve narin bedeninin benim payımla biraz olsun dinlenebilmesine yardım etmek istiyordum. Duraksadığımı, broşürünü almak istemediğimi, bir vebalıymışçasına ondan kaçacağımı düşündüğü an yüzündeki içten gülümseme solar gibi olsa da, yanına yaklaştığımda gözlerindeki parıltının büyüdüğünü görmek benim için yeterliydi. Kuşe kağıda basılı aslında hiç mi hiç ilgimi çekmeyen broşürü elime aldığımda gülümsemesine nazikçe karşılıp verip ilgilendiğimi belli eden, reklamı yapılan şirketin içeriğiyle ilgili birkaç soru sordum. Cevaplarını bildiğini zannetmiyordum; yine de elinden geldiğince cevap verdi. Birkaç saniye süren sohbetimiz bittiğinde teşekkür ettim ve içtenlikle, teşekkür edenin kendisi olduğunu söyledi. Artık gitmem gerektiğinde bir daha asla unutmayacağım gözlerine, çocuksu neşesiyle kıvrılan dudaklarına ve konuşurken takındığı tavra baktım. Kaçınılmaz son gelip çattığında iyi günler dileyip onun bulunduğu yerden uzaklaşırken arkama bakacak cesaretim dahi yoktu. Tek temennim bacaklarımın beni şu köşeden dönene kadar taşımasıydı. Onun görüş mesafesinden çıktığımdaysa en yakın kafede kendime bir kola söyleyip ilanı okumaya başladım.

17 Eylül, 2011

TANRILAR DA AĞLAR *Bölüm 1*

Gömleğime damlayan hamburger lekesinin ne derece belli olduğunu görebilmek için ayağa kalkıp pencerenin yanına gittim, ıslak mendille daha da büyüyen ıslaklığı boş gözlerle seyrettim. Murphy kanunlarını yaşamak en büyük hobim, talihsizlikleri mükemmel zamanlamayla denkleştirmek ise yeteneğimdi.
Karşı masadaki kitabına eğilmiş naif kızla gözgöze geldiğimiz gün en sevdiğim -en marka- gömleğime ucuz ketçap lekesi değmesi tadımı kaçırsa da, sakin olmaya gayret ettim. Su gibi saçları omuzlarından kitaba dökülen gelecekteki sevgilim -öyle olmasını umduğum için böyle söylüyorum- gözlerini, ne yazdığını öğrenebilmek uğruna tüm umutlarımı verebileceğim kitabın satırlarından bir an olsun ayırmıyor, el yordamıyla ısırdığı hamburgerini ağır hareketlerle çiğneyip her iki lokmada bir yudum kola içiyordu. Bunları birkaç dakikalık bakışmayla değil, saatler süren izlemeyle öğrenmiştim. Yaklaşık üç saattir oturduğu askeri gazinoda önce bir Nogger yemiş, ardından içinde turşu, hamburger eti ve ketçaptan başka bir şey olmayan hamburgeri sipariş etmiş, kolasının yanına pipet rica etmişti. Ben ise kahvemi almış, yanına tatlı olarak ne siparişi vereceğimi düşünerek masama dönerken onu görmüş, yapılacak daha iyi bir işim olmadığı için her hareketini izlemeye başlamıştım. Aslında yapmam gereken şey üniversite hazırlık için biraz matematik çalışmaktı; ama bu sıcak yaz gününde, üzerindeki kolsuz tişörtüyle sakin bir şekilde kitabını okuyan ve ayracıyla serinlemeye çalışan kızı seyretmek ilgimi daha çok çekmişti. Sanırım benim hayran bakışlarım da gazinodaki diğer müşteri, asker ve hatta komutanların ilgisini çekmiş olacak ki, yanımdan geçen askerlerin iğneli dokundurmalarına maruz kalmaya başlamıştım. Ağızlarında bakla ıslanmasını umdum, zira eğer bu durum babamın kulağına giderse, kendi öz oğlunu zamparalıkla ilgili bilimum esprilere alet ederdi. Asker çocuğu olmanın en kötü yanı o saçma ve utandırıcı espriler karşısında bile çok eğleniyormuş gibi görünmek zorun olmaktır.

Kasadaki Ali abinin bakışlarımı doğrudan kıza doğrultmamam, yoksa farkedileceğim imaları ile ilgili el kol hareketleri üzerine çantamdan ygs hazırlık matematik kitabımı, silgimi, ucumu ve kalemimi çıkarıp rahat salınımlarla parmaklarımı sorular üzerinde gezdirmeye, kalemimi daha önce kapağını açmadığım kitabımda hızlıca gezdirmeye başladım. Kolay sorulardan başladığımdan kendimi bu ygs'cilik oyununa kaptırmış, yarım saat kadar kafamı kaldırmadan ve birkaç saattir tanıştığım kıza tek bir bakış atmadan test çözmüştüm. Yirmi sorudan sonra dağılan zihnimi toparlayamamış, bakışlarımı tekrar karşımdaki hasır koltuklarda oturan narin ve güzelden öte sıfatlara sahip kıza çevirmiştim. Göz rengini birkaç metre mesafeden anlayıp anlayamayacağımı ölçerken elindeki kitabı kapatıp etrafa kısa bir bakış atmasıyla toparlandım, kalemimle bildiğim en artistik şekilde oynamaya başladım. Beni görüp görmediğini bilmiyordum; ama görseydi mutlaka yanıma gelip tanışacağını, beni görür görmez aşık olduğunu, müsaade edersem ilk görüşte aşık olduğu bu adamla evlenmek istediğini söyleyeceğini falan umuyordum. Tabi o omuzlarından dökülen uzun saçlarını ensesi açıkta kalacak şekilde toplayıp kitabını çantasına yerleştirdikten sonra ağır ağır kapıya yöneldi. Onu bir daha görememek ve saçlarını koklamadan ölmek düşüncesi içime kocaman bir öküz gibi oturduğu için pılımı pırtımı toplayıp kasaya hesabı ödedikten sonra koşaraak peşinden ana yola çıktım. Biz içeride ağaçların altında hafif gölgemiz ve serin rüzgarımızla hayatın tadına varırken, dışarıda rüzgar pek rahatsız etmese de başlamış, karşımdaki adeta lady'nin yollarna kapanan dökülmüş yapraklar meydana getirmişti. Gözüme kaçan toprak parçalarını acıyla ovuştururken ne yapmam gerektiği konusunda kararsız kalmış, en sonunda en azından nereye gittiğini görmek istemiştim. Sevgilisiyle buluşurdu belki. Olsun, ben de bu şanslı delikanlının kim olduğunu öğrenir, belki bir sebeple kavga bile çıkarabilirdim. Aslında, belki yeniden karşılaşırdık diye adımlarımı sıklaştırmış, rüzgarlı hava ve ağır çantama karşı koyacak gücü kendimde bulmuştum.

Rüzgar saçlarını bir derece daha yumuşak göstermiş, kitap okurken kırılgan olan duruşu güçlenmiş, parmakları eteğini tutarken kolu çantasını omzunda sabitlemeye çalışmaya başlamıştı. Dersaneden dönüyordu bell ki. Belki de kurstan. Fazla makyaj yapmamıştı, yüzündeki tek fazlalık nivea hafif renkli nemlendiricilerdendi. Doğal kırmızılıkta dudakları bu şekilde karşı konulmaz bir yumuşaklık kazanırken, gözleri toprak ve rüzgardan rahatsız olmuş, beş dakika önce hüngür hüngür ağlamış edasıyla sulanmış ve kızarmıştı. Minik burnundaki kırmızılık yüzüne sevimli bir hava, parmaklarındaki soğukluktan dolayı cebine soktuğu elleri vücuduna korumasız bir görüntü vermişti. Benim kısa kollu tişörtle dolaştığım bu kavada üzerindeki mevsimlik montla dahi üşüyen bu canlı o tuhaf elektrikle beni kendine ve gittiği yere çekmeye devam etmişti. Postanenin kapısına geldiğimizde ise içeri girmemem gerektiğini düşünüp kapıda bekledim, bunu yaparken de, benim kısa takip maceramda telefonuma ısrarla gelen operatör mesajlarını silmeye koyulmuştum.
***
Eski yazdıklarımı okudum da az önce; çok farklı duygularım, çok farklı olaylarım varmış hayatımda. Tübitak'ı, öykü yarışmasını, Ankara'yı, İstanbul'u, hissettiğim mutluluğu anlatmışım. Sliwer, Sumi ve ben birbirimizi sık sık tagleyerek yazılarımıza devam etmiş, neşemizi paylaşmışız. Rp girince araya ne blog kaldı ne başka bir şey tabi. Değişti birçok şey. Çok sevdiğim bloguma da yazmak istemiyor canım. Dediğim gibi artık bloga o kadar aleni bir biçimde yazı yazabileceğimi de sanmıyorum. Gerçi ben böyle derim ama tübitak gibi bir olay yine olsun tüm detayıyla anlatırım. Ya da öykü yarışması kazansam sevindirik gibi anında görüntü yaparım buraya.

Ama buraya da anlatmasam kime anlatacağım? Bir de ben yeniden hikaye yazmaya karar verdim. Bir erkeğin gözünden bir kızı betimleme üzerine. Başlıyoruz.

07 Eylül, 2011

Kareas

Artık yalnızca Kareas ismini verdiğimiz, ortaokul arkadaşlarımla kurduğumuz grupla buluşunca bloga yazmak istiyor canım. Çok mutlu oluyor, çok şey anlatmak, sabaha kadar yazmak istiyorum. Çok eğleniyor, çok gülüyorum o sayılı dakikalarda. Öyle çok konuşulacak şey, öyle birikmiş anılar var ki, hangisinden başlayacağımızı bilemiyor; birimizin bitirdiği sözü alıp uzun sıkıcı sessizlikler yaşamadan, birlikte olduğumuz saatlerin azlığından şikayet ederek dağılıyoruz evlerimize.
Biz artık birbirimizin mutluluğuna şahit olamıyor, sadece anlatabiliyoruz. Mutluluğumuzu onlara da o anları yaşatmaya çalışarak anlatıyor, üzüntümüzü kısa mesajlarla paylaşıyor, telefonlarda uzakları yakın ediyoruz.

Sürekli gittiğimiz yerler, sürekli yaptığımız aktiviteler, rutinlerimiz, ilklerimiz var birlikte. Uzun yıllar oldu birlikte.Çocuk saflığıyla mutlu oluyorum onlarlayken. Kendimi onların yanında kendim gibi hissediyorum. Oraya aitmişim gibi…

Bilemiyorum duygusallaşıyorum konu Kareas olunca. Bir de Sliwer var tabi arkadaşım olduğun için kendimi çok şanslı hissettiğim..

Öyle işte blog. Cuma günü yine buluşacağız. Sıla konserine gidiyoruz üzerine afiyet.

05 Eylül, 2011

Hey bonjour

Evde kimse kalmadı herkes gece hayatında. Bense yeni geldim ve bütün gece buradayım. Selam şimdiden.

04 Eylül, 2011

Didem


Yatmaya gidiyor. Bye.

Çok neşeliyken bloga yazasım gelmiyor, çok üzgünken de gelmiyor, orta halli bir ruh halinde ise yazacak bir şey bulamıyorum.

Şu an ise hem neşeli hem içine öküz oturmuş bir ruh halindeyim. İkisinin karışımı; ama orta halli ruh hali kıvamında da değil, kulak memesi kıvamından hafif pembeleşmiş hali..

Tömer'e başladım yine. Sıkılıyorum aslında; ama ismini vermek istemediğim çok sevdiğim hocayı görme ihtimalinden dolayı seviyorum orayı. 5 saat ingilizceyi birkaç saniyelik "İyi valla nolsun" diyişini duymak için çekiyorum ressmen. Ama öyle ses ömrü hayatımda görmedim ben. Ondan sonra ses takıntısı oluştu bende, o kadar diyim. İngilizce konuşurken sesi güzel çıkıyor, yetmiyor Türkçe konuşurken başkalaşıp tatlılaşıyor. Allahım düşündükçe bir tuhaf oluyor içim onun için konuyu değiştireceğim.
***
Konuyu değiştirdim ama söyleyecek bir şey bulamadım, afedersin blog. Ice tea olsa ne güzel içerdik. Zaten sıcakladım. Şarkı da baydı üst üste 5-6 kere dinleyince. Şimdi incir yiyorum sıkıntım azıcık geçti. Bir de tam şu anda mesaj geldi. Operatördense incirimi camdan atıcam. Bakıyorum şu an. Operatörden değilmiş baktım da. Ama sms'im yok cevap atamayacağım, karşıdaki de alıngan biri üstelik. Başım dertte yani. Amaan napiyim. Bunu yazarken halam aradı, mesaj atan aradı sandım ben. Ama yok insanlar anlayışsız bu devirde. Kontürü var mı yok mu diyen yok, mesaj atan var.

Ayrıca hasta oldum, sebebini de bangır bangır söylemek istiyorum. TÖMER'DE HOCA KLİMAYI AÇIP ÜŞÜMEMİZE NEDEN OLUYOR. Vallahi arkadaş uzun kolluyla geldi bugün. Dünden akıllandı çünkü.

Şimdi Community izleyeceğim sıkılıyorum da ondan.

**Bugün İncir Reçeli olduğunu incir yedikten sonra hatırladım üstüme gelme inanamam.