Az önce sinirlerimi çok bozan bir hadise vuku buldu. Kapı çaldı. "Kim o" dedim. "Samgaz" dedi adam; ama konuşmaya da devam etti. Ben de anlamadım tabi, mıy mıy konuşuyor herif. "Efendim" dedim. "Size demiyorum hanımefendi tamam açıldı kapı." dedi pis ukala mahluk. Zıplattı sinirlerimi. Dışarı çıkıcaktım, o apartmandan çıkana kadar çıkamadım. Zaten herifin fatura bıraktığı da yok in miydi cin miydi bilmiyorum. Her neyse. Evimizde günlerdir süregelen temizlik havasından kusma raddesine geldim artık. Zaten anneler temizlik yapmak için hep bir sebep buluyorlar. "Yaz temizliği bu kızım, dip köşe yapmak lazım.", "Ama olmaz ki bahar temizliği yapmadan.", "Bak kış temizliğini de yapalım bu yıl bitecek temizlikler." Temizlik derken normal bir temizlikten bahsetmiyorum ki. Evdeki tüm dolapların, her köşenin dökülüp toplanmasından bahsediyorum. Hatta annem bununla da yetinmiyor, kiraya verdiğimiz teras katı da temizletiyor. Zaten Tömer'de 5 saat İngilizce gören bünyem ise bu kadarını kaldıramıyor, başıma ağrılar girip girip çıkıyor. Bir de benim Tömer'e gittiğim süre zarfında öğrendiğim en önemli şey, okul zamanı haftasonunun çabuk geçmesinin 2 gün olması ile ilintili olmadığı. Tömer'e sadece hafta sonları gidiyorum ama haftaiçi o kadar hızlı geçiyor ki..
Ben çok yeni bir karar aldım. Şu anda aldım hatta öyle yeni. Kendi belirlediğim bazı kişilerle ömrümün sonuna kadar görüşmeyeceğim.
18 Eylül Cuma editi: Bu kişiler kim acaba? Görüşüyor muyuz?
20 Haziran, 2011
Bazen
Küçücük bir çocuğun gülümsemesi nasıl mutlu ediyorsa, bazen de aynı şekilde tüm günü mahvedebiliyor. Ve bu sefer bunu yapan küçücük bir çocuk. O kadar küçük ki, çelimsiz vücudu ve minik kafasına taktığı rengarenk şapkasıyla yapıyor bunu. Bedensel ve zihinsel gelişimi aksarken, kocaman bir çocuk olması gerekirken küçücük bir kalbe sahip olarak yapıyor bunu. Tam önümde bana gülümserken, o çocukla oyun oynayan, aslında ondan küçük görünmesi gerekirken abisi gibi duran bir çocukla yapıyor. Sonra ben düşünüyorum, bunu haketmek için hangi günahı işledi acaba.
19 Haziran, 2011
3 vakte kadar bir kısmetim varmış. Bir taraftan uydurmalık fal.
Dün Samsun karnavala uyandı. Uyandı derken miskin, tembel insanların 2'de uyandığını varsayarak söylüyorum bunu. Yoksa ben 7buçukta kalktım Tömer'e gittim, 5 saat İngilizce'nin üzerine çıktım Çiftlik Caddesi'nde yürüyordum. Arada mağazalara bakıyorum falan derken, arkadan sesler geldi. Ama çok güzel sesler. Saksafon, davul falan. Bir baktım resmen dev gibi adamlar ellerinde davullar, saksafonlar, bagetleri sallaya sallaya yürüyorlar. Herkes de onları izliyor. Adamlarsa reklamını yapıyor. Oxxo reklamı. Çok iyiydi. Hem çok eğlenceliydi, hem de çok iyi bir reklamdı o. Alan memnun satan memnun. Ben de Oxxo'nun ortağıymış gibi yazdım bunu direkt.
İngilizce demişken, 2 hafta sonra bitiyor Tömer. Nedense bu kuru pek sevemedim. Sınıfı sevmedim, hoca da favorim değil. Yine iyi adam ama benim bir hocam vardı.. Sesi ingilizce konuşurken ayrı güzeldi, türkçe konuşurken apayrı güzel.. Bir de beni böyle entellektüel bir şey sanıyordu. Ben de hiç çaktırmıyorum tabi. Halbuki onunla süper-entel bir konu konuşurken ben sesinin ne derece mükemmel olduğunu düşünüyordum. İşte bugün yine gördüm o adamı. Kahroldum neden dersimize girmiyor diye. Hayat beni neden yoruyosun? O hocanın bende telefonu ve resmi de var. Sapık gibi saklıyorum. Neyse kendimi kötü hissettim.
Okulların tatil olmasıyla sabahlara kadar oturup akşamlara kadar uyumaya ben de başladım. Msnde gece gece tavla oynuyor, sabah uyanıp sahilde yine oynuyorum. Devir sahil devri, devir stüdyo kiralayıp bateri çalma devri, devir Türk Kahvesi içip fal bakma devri. Ve biz bugün fal baktık Sliwer'la. Dünya Haritası çıktı falımda. Ne demek acaba. Bir de iki balık, bir tane bıyıklı adam çıktı. Ayrıca içimdeki dertler tasalar resmen aktı gitti. Gördüm yani.
Annemin eve gelmesiyle bu postu yazmam saatlerimi aldı. Önce çorbayı küflendirdiğim için bana kızdı. Ben de dün dedim ki "Bu çorba bir acayip. Neyse dursun yeriz sonra." Meğer dışarıda kaldığı için küf tabakası bağlamış. Çok kızdı ama öyle böyle değil.
İngilizce demişken, 2 hafta sonra bitiyor Tömer. Nedense bu kuru pek sevemedim. Sınıfı sevmedim, hoca da favorim değil. Yine iyi adam ama benim bir hocam vardı.. Sesi ingilizce konuşurken ayrı güzeldi, türkçe konuşurken apayrı güzel.. Bir de beni böyle entellektüel bir şey sanıyordu. Ben de hiç çaktırmıyorum tabi. Halbuki onunla süper-entel bir konu konuşurken ben sesinin ne derece mükemmel olduğunu düşünüyordum. İşte bugün yine gördüm o adamı. Kahroldum neden dersimize girmiyor diye. Hayat beni neden yoruyosun? O hocanın bende telefonu ve resmi de var. Sapık gibi saklıyorum. Neyse kendimi kötü hissettim.
Okulların tatil olmasıyla sabahlara kadar oturup akşamlara kadar uyumaya ben de başladım. Msnde gece gece tavla oynuyor, sabah uyanıp sahilde yine oynuyorum. Devir sahil devri, devir stüdyo kiralayıp bateri çalma devri, devir Türk Kahvesi içip fal bakma devri. Ve biz bugün fal baktık Sliwer'la. Dünya Haritası çıktı falımda. Ne demek acaba. Bir de iki balık, bir tane bıyıklı adam çıktı. Ayrıca içimdeki dertler tasalar resmen aktı gitti. Gördüm yani.
Annemin eve gelmesiyle bu postu yazmam saatlerimi aldı. Önce çorbayı küflendirdiğim için bana kızdı. Ben de dün dedim ki "Bu çorba bir acayip. Neyse dursun yeriz sonra." Meğer dışarıda kaldığı için küf tabakası bağlamış. Çok kızdı ama öyle böyle değil.
18 Haziran, 2011
Evde Tek Başına bile olamıyorum. O çocuk karizmatikti en azından. Ama sonra keş çıktıydı sanırım. Neyse benim de kötü alışkanlıklarım yok.
Kimse kusura bakmasın ama bir hafta yemek yemesem yine de böyle bir seçim yapmam.
Annem şehir dışında ve babam evde değil. Ben ise bunların doğal bir sonucu olarak evde karaoke yapıyorum; fakat aklımda daima tek bir şey var: Ya babam ben duymadan içeri gelir ve kapımda onaylamaz gözlerle dikilerek beni dinlerse? Bir daha harçlık vermez, verdirmez o sesi duyarsa yemin ediyorum.
Annemin şehir dışında olmasının bir diğer doğal sonucu "Hayatım boyunca bunu aramışım ben!" diyebileceğim bir tişört almam oldu. Geçen şehir dışında oluşunda da uzun süredir severek kullandığım bir çanta almıştım. Kısmetim açılıyor bu zamanlarda. Ama görseniz öyle şehir ve üstüne üstlük ucuz ki.. Annem almazdı. "İlk yıkamaya çeker, rengi atar, yırtılır, zaten iğrenç modeli var nasıl beğendin?" gibi bilimum zevkimi aşağılayıcı sözler ederdi.
Bunları geçip asıl sorunlara odaklandığımda ise evde yemek olmadığını görüyorum. Keşke babam elinde leziz ötesi yemekler ve künefeyle gelse..
Ben bir rüyaya yatiyim bari.. Aa dur ne rüyası. Yemek Sepeti'ne giriyim. Hell yea!
Annem şehir dışında ve babam evde değil. Ben ise bunların doğal bir sonucu olarak evde karaoke yapıyorum; fakat aklımda daima tek bir şey var: Ya babam ben duymadan içeri gelir ve kapımda onaylamaz gözlerle dikilerek beni dinlerse? Bir daha harçlık vermez, verdirmez o sesi duyarsa yemin ediyorum.
Annemin şehir dışında olmasının bir diğer doğal sonucu "Hayatım boyunca bunu aramışım ben!" diyebileceğim bir tişört almam oldu. Geçen şehir dışında oluşunda da uzun süredir severek kullandığım bir çanta almıştım. Kısmetim açılıyor bu zamanlarda. Ama görseniz öyle şehir ve üstüne üstlük ucuz ki.. Annem almazdı. "İlk yıkamaya çeker, rengi atar, yırtılır, zaten iğrenç modeli var nasıl beğendin?" gibi bilimum zevkimi aşağılayıcı sözler ederdi.
Bunları geçip asıl sorunlara odaklandığımda ise evde yemek olmadığını görüyorum. Keşke babam elinde leziz ötesi yemekler ve künefeyle gelse..
Ben bir rüyaya yatiyim bari.. Aa dur ne rüyası. Yemek Sepeti'ne giriyim. Hell yea!
17 Haziran, 2011
Bugün mutlu olmamın iki sebebi var.
- Netbook çantamda yeşil renk olması beni mutlu ediyor. Sanki gerçekten de bana aitmiş gibi.
- Bugün bir toka aldım çok harika bir şey.
16 Haziran, 2011
14 Haziran, 2011
Breakfast at Tiffany's
Sabah erkenden kalktım; çünkü bir köpek annemi uyandırdı ve annem sinirlendi. Sinirlenen annem bir hışımla yataktak kalkarken kolu bana "Hadi kalk" manası verecek bir şekilde çarptı. Yataktan kalkmak için yeltendiğimde "Niye kalkıyorsun hani okula gitmiyordun?" dedi. Gitmiyordum ama o bana öyle çarpınca ne yapsaydım. Yiyorsa kalkma. "Ben ne yaptığımı biliyor muyum ya" diyerek tekrar yattım ama uyuyamadım. Sonra o okula gitti ben sabahın bu kadar köründe, 07:59'da blog yazmaya oturdum. Saat şimdi 8. Sliwer kahvaltıya gelecek bugün bize. Misafirciliği gerçeğe dönüştürdük. Eheh. Ne yapsam kahvaltı için tam karar veremedim ama. Ona sordum. "Aslan sütü, prtakallı ördek, mantarlı flaminyon ve sushi" cevabını aldım. Sanki annesinin karnından portakallı ördek yiyerek çıktı! Sinirlendim yahu.
Neyse işte öyle. Yazacak bir şey yok kasmamın da alemi yok. Kahvaltı hazırlayacağım ben.
Neyse işte öyle. Yazacak bir şey yok kasmamın da alemi yok. Kahvaltı hazırlayacağım ben.
11 Haziran, 2011
(t)Ömer
Tömer bugün bana beni şok eden bir manzara yaşattı. Yüksek 3'te, yani 11. kurda 15 kişilik bir sınıfta bir şeyler öğretmeye çalışıyorlar bize. Dedim herhalde yoldan geçen birine sorsam o da 11. kur çıkacak, o derece anormallik. Diğer sınıflara bakıyoruz 4-5 kişi, biz 15 kişi. Sınıfı sevmedim, hoca favori hocam değil, günde 5 saat.. Çekilmiyor. Bu bir ayı nasıl atlacağımı düşünüyorum. Halbuki adını vermek istemediğim bir hoca var, o girse dersimize, 7 gün olupta gitmezse neyim.
10 Haziran, 2011
O mavide yaşıyormuş artık, bizse aynısının lacivertinde.
Bu fotoğraf, artık aramızda olmayan bir arkadaşımı hatırlatıyor her seferinde bana. 1 yıl geçmedi trafik kazasının üzerinden; ama onunla özdeşleşen bu fotoğrafı kullanmak uzun bir süre sonra da zor olacak sanırım. Bugün arkadaşlarla onun hakkında konuştuk. "Özlüyor musun?" dediler. Güldüm. Zayıf olduğumu göstermek istemedim çünkü. "Ne gerek var bunları konuşmaya?" dedim. Anladılar. "Özlüyorsun." dediler ve fotoğrafını gösterdiler. Gözleri kadar derin bir mavilikte kollarını iki yana açmış bakıyordu onu çeken objektife. Hayat dolu bir insanın kendi sevinçlerinde boğulması dışında hiçbir şekilde açıklanamazdı bu. 16 yaşında ölmek zamansız ölüm de değildi. Tuhaftı, adsızdı.
Haberi ilk öğrendiğimizde onu tanıyan diğer birkaç arkadaşımlaydık ve haberi kesinlikle şaka sanmıştık. O kadar emindik olamayacağından. Gerçek olduğunu öğrendiğimde ise bir grup insanın en mutlu gününü paylaşıyordum. O sesin, kalabalığın, düğün telaşının içinde "kimileri doğar, kimileri ölür." felsefesine çok yaklaştığımı hissettim. Donuk bir şekilde olayı annemlere anlattıktan sonra gözlerimden sicim gibi akan yaşlara müdahale etmedim. Aksınlardı. Onun sarı saçları, mavi gözleri bir daha güneşi görmeyecekse, o yaşların göz pınarlarımda kalmasının da lüzumu yoktu. Bir düğün salonunda, şatafatlı bir kutlamanın içkili eşliğinde sadece renklerle avuttum kendimi. Sarı-mavi ve yeşil.
Hayatta en çaresiz hissettiğim ânı sorsalar, bir yaşıtımın cenazesine gittiğim gün olduğunu söylerim. Musalla taşında takımının bayrağına sarılmış yatarken, acaba içeride nasıl görünüyordur diye düşündüm. Her zamanki gibi çok konuşan biri olarak mı, bir ölü olarak mı? Yakıştıramadım ona ölümü. Kim yakıştırabilir ki ölümü birine.. Hele de sevdiği biriyse. Gördüğüm en kalabalık cenazede, o taşa yaklaşmanın ne kadar zor olduğunu öğrendim ben.
Aslında bu yazıyı yazarken de vardı tereddütlerim. Ne gerek var, dedim. Çok istiyorsam günlüğüme yazarım, dedim. Fakat bu yazıyı bitmiş buldum. Belki daha iyi bir zamanımda kaldırırım.
Hep derim, "O mavide yaşıyormuş artık, bizse aynısının lacivertinde."
Ağlamıyorum, gözüme toz kaçtı.
Haberi ilk öğrendiğimizde onu tanıyan diğer birkaç arkadaşımlaydık ve haberi kesinlikle şaka sanmıştık. O kadar emindik olamayacağından. Gerçek olduğunu öğrendiğimde ise bir grup insanın en mutlu gününü paylaşıyordum. O sesin, kalabalığın, düğün telaşının içinde "kimileri doğar, kimileri ölür." felsefesine çok yaklaştığımı hissettim. Donuk bir şekilde olayı annemlere anlattıktan sonra gözlerimden sicim gibi akan yaşlara müdahale etmedim. Aksınlardı. Onun sarı saçları, mavi gözleri bir daha güneşi görmeyecekse, o yaşların göz pınarlarımda kalmasının da lüzumu yoktu. Bir düğün salonunda, şatafatlı bir kutlamanın içkili eşliğinde sadece renklerle avuttum kendimi. Sarı-mavi ve yeşil.
Hayatta en çaresiz hissettiğim ânı sorsalar, bir yaşıtımın cenazesine gittiğim gün olduğunu söylerim. Musalla taşında takımının bayrağına sarılmış yatarken, acaba içeride nasıl görünüyordur diye düşündüm. Her zamanki gibi çok konuşan biri olarak mı, bir ölü olarak mı? Yakıştıramadım ona ölümü. Kim yakıştırabilir ki ölümü birine.. Hele de sevdiği biriyse. Gördüğüm en kalabalık cenazede, o taşa yaklaşmanın ne kadar zor olduğunu öğrendim ben.
Aslında bu yazıyı yazarken de vardı tereddütlerim. Ne gerek var, dedim. Çok istiyorsam günlüğüme yazarım, dedim. Fakat bu yazıyı bitmiş buldum. Belki daha iyi bir zamanımda kaldırırım.
Hep derim, "O mavide yaşıyormuş artık, bizse aynısının lacivertinde."
Ağlamıyorum, gözüme toz kaçtı.
08 Haziran, 2011
Hoşlar ama boşlar. -Hayır bunu inanarak söylemiyorum. Sadece bende olmadıkları için çamur atıyorum.
Somurtkan, bir şirin bile değildir aslında.
Fransızca'dan, coğrafya'dan, baş ağrısından, Kore Savaşı'ndan, cappy meyve suyundan, dankek magma'dan, Skyline filminden, aslında olmayan şirinlerden, şirinlemekten, flamenkodan, tumblr'dan, twitter'dan, formspring'den, imla kurallarından, noktalama kurallarından, zorunluluktan, yeşil olmayan şeylerden, deveyi sevmeyenlerden, dans eden deveyi saçma bulanlardan, arayıp bulunamayan şeylerden, nefis bir krakeri yerken iğrenç tatlı cappy meyve suyu içmekten, Alman arkadaşımdan, Ali Baba ve Kırk Haramiler filmini onlarca kez izlemeyenlerden, yanlış anlaşılmalardan, hoparlörümdeki yanıp sönen mavi ışıktan, masamın dağınık olmasından, simden, kavanozdan, poşette erik sandığım şeyin kabak çıkmasından ve daha nicelerinden, hatta çikolatadan bile nefret ediyorum.
05 Haziran, 2011
Çok entelim anlatamam.
04.06.2011
Tanıştığım ünlülerin aynı zamanda gördüklerim olduğunu söylemek çok zor benim için. Lakin takdir edersiniz ki İstanbul yerine kuzeyde bir kıyı şehrinde yaşadığım için adım başı "Aa, karşı kaldırımdaki bilmemkim değil mi?" cümlesi kuramıyoruz. Samsun'a ayda yılda bir birileri geliyor, o tarihi de iple çekiyoruz zaten.
Örneğin ilk resimde gördüğünüz Nihat Sırdar Türkiye'yi dolaşmakla birlikte buraya henüz gelebildi. Onu da suçlamıyorum. Samsun'da Alem Fm'in dinlenme oranı diğer şehirlere göre oldukça düşük. Aa, Nihat Sırdar'ı tanıtmayı unuttum ben. Alem Fm'de, Nihat'la Muhabbet ve Nihat'la Sivrisinek yayınlarını yapan bir radyocu. Okula giderken falan eğlenceli oluyor onu dinlemek. Lakin Nihat'la Muhabbet'in 7'de başlamasından mütevellit yaz tatilinde dinleyemeyeceğim sanırım. Olsun, tatil gelsin de dinlemek eksik kalsın. Nihat'la Sivrisinek ile idare ederiz.
İkinci resimde gördüğünüz yeni nesil romantik kitap yazarı Canan Tan. Kendisi Piraye, Yüreğim Seni Çok Sevdi ve Eroinle Dans'taki karakter ve kurgu benzerliklerini onların bir Edebiyat Üçlemesi olduğunu söyleyerek açıklamıştır. Kısa sohbetimiz oldukça keyifliydi. Ona ileride o masada oturup imza dağıtanın ben olacağımı söyledim, bana hayallerimin peşinden gitmemi, başarılı olacağımı söyledi. Ayrıca İz kitabını da imzalattım. Oh oldu, mis oldu.
Yalnız kitabı henüz okumadım. Tek sorun bu.
Örneğin ilk resimde gördüğünüz Nihat Sırdar Türkiye'yi dolaşmakla birlikte buraya henüz gelebildi. Onu da suçlamıyorum. Samsun'da Alem Fm'in dinlenme oranı diğer şehirlere göre oldukça düşük. Aa, Nihat Sırdar'ı tanıtmayı unuttum ben. Alem Fm'de, Nihat'la Muhabbet ve Nihat'la Sivrisinek yayınlarını yapan bir radyocu. Okula giderken falan eğlenceli oluyor onu dinlemek. Lakin Nihat'la Muhabbet'in 7'de başlamasından mütevellit yaz tatilinde dinleyemeyeceğim sanırım. Olsun, tatil gelsin de dinlemek eksik kalsın. Nihat'la Sivrisinek ile idare ederiz.
İkinci resimde gördüğünüz yeni nesil romantik kitap yazarı Canan Tan. Kendisi Piraye, Yüreğim Seni Çok Sevdi ve Eroinle Dans'taki karakter ve kurgu benzerliklerini onların bir Edebiyat Üçlemesi olduğunu söyleyerek açıklamıştır. Kısa sohbetimiz oldukça keyifliydi. Ona ileride o masada oturup imza dağıtanın ben olacağımı söyledim, bana hayallerimin peşinden gitmemi, başarılı olacağımı söyledi. Ayrıca İz kitabını da imzalattım. Oh oldu, mis oldu.
Yalnız kitabı henüz okumadım. Tek sorun bu.
04 Haziran, 2011
Tübitak bizi diskoya götür!
Tübitak bizi diskoya götürmedi; ama Ankara'ya götürdü. Tabi babasının oğlu olmadığım için bir karşılık sonucu götürdü. O karşılık bizim aylarca uğraştığımız, uğrunda saç döktüğümüz, saçlarımızı süpürge ettiğimiz, Kore hakkındaki incik cincik her şeyi öğrendiğimiz bir süreçti. Yani, Samsun'da yaşayan Kore Gazileri'nin Gözünden Kore Savaşı temalı projemizle katıldığımız Tübitak'ta, ilk iki elemeyi geçerek final yarışmasına katılmaya hak kazandık. Sabırsızlıkla bekledik tabi Ankara'ya gidiş sürecimizin gelmesini. Merak da vardı; ama asıl bizi ilgilendiren bir hafta boyunca Sliwer'la aynı odada, Ankara'da, yalnız olacak olmamızdı. Hayallerimizde, planlarımız'da Ankara merkezdi. "Ankara'ya gitmeden şunu yapalım.", "Onu Ankara'dan sonra yaparız." falan filan gibi.
En baştan alırsak, otobüs biletimizin gece 1'de olması o saate kadar uykulu uykulu beklememiz oldu. Yolda da çok uyuyamadık. Zaten şoför beş saatte ulaştırdı bizi Ankara'ya. Oradan Sliwer'ın abisinin evine gittik, kendimizi insan şekline soktuk. Hiç vakit kaybetmeden sergi alanına gittik. Altınpark Fuaye alanındaydı sergi. Güzel hazırlanmıştı. Altınpark çok güzeldi zaten. Büyük bir yerdi en azından. Samsun'daki finalde bizi tıkmışlardı küçücük yere. Sinirleniyorum hatırladıkça. Neyse, Ankara'ya dönüyorum. Sakinim. Sergiyi kurduk ettik, akşama otele varabildik. Dedemen Otel, Çankaya. Otelin Çankaya'da olduğunu öğrenmemiz bizim için büyük mutluluktu. Oradan Kızılay'a en kolay şekilde ulaşmanın yollarını aradık durduk. Fakat Dedeman'la ilgili bir konuya dikkat çekmezsem içimde kalır. Bunu ta olayın yaşandığı gün yazacaktım da, vazgeçirdi Sliwer. Dedeman'da Tarih, Sosyoloji, Biyoloji ve bir dal daha kalıyordu. Kalabalıktık yani. Otele bu bildirildi ama aylar öncesinden. Yapılması lazımdı hazırlığın. Biz gidince başlandı sanırım, zaten iki resepsiyonist vardı, bizi üç saat orada ayakta beklettikten sonra odamızı verdiler. Odasının anahtarını en son alan kişiler de bizdik. Üstüne üstlük bizi iki kişilik odaya üç kişi verdiler. Üçüncü kişi, Uşak'tan, orada tanıştığımız bir arkadaş. Kız iyiydi, olmasa ne yapacaktık? Biz iki kişilik rezervasyonu zaten yaptırmıştık. Hangi akla hizmet üç kişi kaldırıyorlarsa. Beş yıldızlı otelim diye geçiniyorlar bir de. Ekşi'de zaten güzel bir şey vardı Dedeman'la ilgili. "Beş yıldız süsü verilmiş dört yıldız oteller."
(#630948) Haklı. Reziller, kepazeler. Neyse oda sorunun arkadaşlarla yer değiştirerek çözdük. French odada kaldık. French oda bir çift kişilik, bir tek kişilik yatağı olan oda. Sliwer'la koyniş koyniş yattık. Serginin ilk günü çok güzeldi. Kayıtlarımızı yaptırdık, bir çanta verildi bize Tübitak'tan; ama harika bir şey. Tübitak armalı sırt çantası, iki adet Tübitak armalı tişört, bir adet 4gb Tübitak armalı flash bellek, Nutuk -Şimdiye kadar bir sürü yarışmadan bir sürü Nutuk kazandım ama böylesini görmedim yemin ediyorum.-, Bilim Teknik, Birkaç tane daha Tübitak yayınları kitabı ve davetiyeler verdiler. İşte açılış davetiyesi, açılış yemeği davetiyesi falan. Stantta beklemek ama ömrümde gördüğüm en sıkıcı iş. Sohbet etsek, 3 gün boyunca sekiz saat ne konuşacağız? Biz de sosyalleşmekte bulduk çareyi. İyi arkadaşlar edindik. Tabi maalesef devamlılığı olmuyor bunların. Orada da kalsalar, tanıdığıma sevindiğim kişiler olduğu gibi, bağnazlıklarıyla midemi bulandıranlar da olmadı değil. Neyse. Ankara'da ne yaptığımıza gelince, bir gece üçe kadar oturmak zorunda kaldık. Ertesi gün mülakatımız vardı ve ona çalışıyorduk. Lakin 10'da uyuyan bir bünye kasa kasa, en geç 1'de uykusunu getiriyor. 1 olduğunda kara kara ne yapacağımızı düşündük. Aklımıza kahve geldi. "Hadi resepsiyona gidelim, onlar yönlendirir." dedim. "Bu halde mi ineceğiz aşağı?" dedi Sliwer. Ne varmış halimizde diye baktım, pijamalıyız. Tavşanlı pijamamla. "Bu saatte herkes pijamalıdır. Gel hadi." dedim ve kapıdan dışarı adımımızı attığımızda Biyoloji'den bir çocukla burun buruna geldik. Yanında iki kızla bir odaya girdi; ama bir görseniz hepsi şıkır şıkır giyinmiş. Bizde utanma yok ama. O çocukla üç gün daha yüzyüze baktık, yüzümüz bile kızarmadı. Neyse işte asansöre bindik, kapı resepsiyonda açılınca resepsiyonistin yüzünü görmeniz lazımdı. Şaşırdı bizi pijamayla görünce. Pijama giymiş zebra görmüş gibi oldu. Dedik kahve istiyoruz, bizi pub'a yönlendirdi. Lobiye pijamayla girmek yetmemiş gibi puba da girdik. İsteğimizi belirttik, onlar da bizi oda servisine yönlendirdi. Aşağı inmişken bir daha yukarı çıktık, otelde yaptığımız pijamalı tursa yanımıza kâr kalmış oldu. Odada aradım oda servisini. Konuştuk ettik, kahveleri söyledik. Ardından Starbucks'tan bile pahalı olan kahvelerimizi içip çalışmamızı tamamladık. Gecenin sonunda dört saatlik uykunun ardından mülakata girmiştik. Mülakattan bahsetmek istemiyorum, çok belirsizdi. Bir iyi bir kötüydüler falan. Zaten sonucu düşündükçe de moralim bozuluyor. Asıl mesele Kızılay. Mülakattan çıktığımız akşam otelde yemeğimizi yedik, apar topar hazırlandık ve Kızılay'a çıktık. Birisi bizi SBFli(Siyasal Bilgiler Fakültesi) sandı, biz ise "Yok biz daha liseliyiz." dedik. Utandık. Starbucks'tan karamel frappucino aldık. Çok güzeldi. Bayıldık yani, öyle böyle değil. Tiki tiki dolaştık Kızılay'da. Leman Kültür'ü görünce içimiz gitti. Ne güzel bir şeydi o öyle ya. Giremedik ama. Onun yerine otele geri döndük 10 gibi. Bir de oradayken Ankamall'e, Anıtkabir'e falan götürdüler. Bu yaşımda ilk defa Ankara'ya gittiğim için, Anıtkabir'e gidişim de ilk olmuştu. Çok etkileyici bir atmosferdi gerçekten. Her yaşta gidilmesi gereken bir yer. Anneme çok çemkirdim zaten dönünce. Ankamall ise harikaydı. Sliwer benim Ankamall'de gözümün döndüğünü söylese de reddediyorum. Bakkal gibi alışveriş merkezlerine alışkın birinin duygularının dışa vurumuydu onlar sadece. Öyleydi işte Ankara. İstanbul'da lüks yerlerde ağırlanmam gibi, burada da kendi emeğimle Ankara'yı gezdim. Çok da iyiydi, çok da güzeldi. Bir de sosyoloji projesi yapmayı düşünüyoruz. Eheh. Proje demişken, projenin sonucunda Teşvik Ödülü aldık. Derece bekleyen bünyede ağır hasarlara neden oluyor; ama kader demek lazım. Paramızı aldık ya, ona bakıyoruz. Bu yıl bir milyarı aşkın nakit ve bir Dell Netbook kazanarak aile bütçesine katkıda bulundum. Ya da benim bütçeme. Bilemiyorum.
(#630948) Haklı. Reziller, kepazeler. Neyse oda sorunun arkadaşlarla yer değiştirerek çözdük. French odada kaldık. French oda bir çift kişilik, bir tek kişilik yatağı olan oda. Sliwer'la koyniş koyniş yattık. Serginin ilk günü çok güzeldi. Kayıtlarımızı yaptırdık, bir çanta verildi bize Tübitak'tan; ama harika bir şey. Tübitak armalı sırt çantası, iki adet Tübitak armalı tişört, bir adet 4gb Tübitak armalı flash bellek, Nutuk -Şimdiye kadar bir sürü yarışmadan bir sürü Nutuk kazandım ama böylesini görmedim yemin ediyorum.-, Bilim Teknik, Birkaç tane daha Tübitak yayınları kitabı ve davetiyeler verdiler. İşte açılış davetiyesi, açılış yemeği davetiyesi falan. Stantta beklemek ama ömrümde gördüğüm en sıkıcı iş. Sohbet etsek, 3 gün boyunca sekiz saat ne konuşacağız? Biz de sosyalleşmekte bulduk çareyi. İyi arkadaşlar edindik. Tabi maalesef devamlılığı olmuyor bunların. Orada da kalsalar, tanıdığıma sevindiğim kişiler olduğu gibi, bağnazlıklarıyla midemi bulandıranlar da olmadı değil. Neyse. Ankara'da ne yaptığımıza gelince, bir gece üçe kadar oturmak zorunda kaldık. Ertesi gün mülakatımız vardı ve ona çalışıyorduk. Lakin 10'da uyuyan bir bünye kasa kasa, en geç 1'de uykusunu getiriyor. 1 olduğunda kara kara ne yapacağımızı düşündük. Aklımıza kahve geldi. "Hadi resepsiyona gidelim, onlar yönlendirir." dedim. "Bu halde mi ineceğiz aşağı?" dedi Sliwer. Ne varmış halimizde diye baktım, pijamalıyız. Tavşanlı pijamamla. "Bu saatte herkes pijamalıdır. Gel hadi." dedim ve kapıdan dışarı adımımızı attığımızda Biyoloji'den bir çocukla burun buruna geldik. Yanında iki kızla bir odaya girdi; ama bir görseniz hepsi şıkır şıkır giyinmiş. Bizde utanma yok ama. O çocukla üç gün daha yüzyüze baktık, yüzümüz bile kızarmadı. Neyse işte asansöre bindik, kapı resepsiyonda açılınca resepsiyonistin yüzünü görmeniz lazımdı. Şaşırdı bizi pijamayla görünce. Pijama giymiş zebra görmüş gibi oldu. Dedik kahve istiyoruz, bizi pub'a yönlendirdi. Lobiye pijamayla girmek yetmemiş gibi puba da girdik. İsteğimizi belirttik, onlar da bizi oda servisine yönlendirdi. Aşağı inmişken bir daha yukarı çıktık, otelde yaptığımız pijamalı tursa yanımıza kâr kalmış oldu. Odada aradım oda servisini. Konuştuk ettik, kahveleri söyledik. Ardından Starbucks'tan bile pahalı olan kahvelerimizi içip çalışmamızı tamamladık. Gecenin sonunda dört saatlik uykunun ardından mülakata girmiştik. Mülakattan bahsetmek istemiyorum, çok belirsizdi. Bir iyi bir kötüydüler falan. Zaten sonucu düşündükçe de moralim bozuluyor. Asıl mesele Kızılay. Mülakattan çıktığımız akşam otelde yemeğimizi yedik, apar topar hazırlandık ve Kızılay'a çıktık. Birisi bizi SBFli(Siyasal Bilgiler Fakültesi) sandı, biz ise "Yok biz daha liseliyiz." dedik. Utandık. Starbucks'tan karamel frappucino aldık. Çok güzeldi. Bayıldık yani, öyle böyle değil. Tiki tiki dolaştık Kızılay'da. Leman Kültür'ü görünce içimiz gitti. Ne güzel bir şeydi o öyle ya. Giremedik ama. Onun yerine otele geri döndük 10 gibi. Bir de oradayken Ankamall'e, Anıtkabir'e falan götürdüler. Bu yaşımda ilk defa Ankara'ya gittiğim için, Anıtkabir'e gidişim de ilk olmuştu. Çok etkileyici bir atmosferdi gerçekten. Her yaşta gidilmesi gereken bir yer. Anneme çok çemkirdim zaten dönünce. Ankamall ise harikaydı. Sliwer benim Ankamall'de gözümün döndüğünü söylese de reddediyorum. Bakkal gibi alışveriş merkezlerine alışkın birinin duygularının dışa vurumuydu onlar sadece. Öyleydi işte Ankara. İstanbul'da lüks yerlerde ağırlanmam gibi, burada da kendi emeğimle Ankara'yı gezdim. Çok da iyiydi, çok da güzeldi. Bir de sosyoloji projesi yapmayı düşünüyoruz. Eheh. Proje demişken, projenin sonucunda Teşvik Ödülü aldık. Derece bekleyen bünyede ağır hasarlara neden oluyor; ama kader demek lazım. Paramızı aldık ya, ona bakıyoruz. Bu yıl bir milyarı aşkın nakit ve bir Dell Netbook kazanarak aile bütçesine katkıda bulundum. Ya da benim bütçeme. Bilemiyorum.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)