28 Şubat, 2011

O defteri asmak lazım kesmek lazım.

Defterime sakız yapışmış. Defterime sakız yapışmasından nefret ederim. Sakız yapışan bir biyoloji defterinde ders çalışmaktan da nefret ederim.

25 Şubat, 2011

Temsili Resim: Uyuyan İnsan


Çok mutluyum çünkü yapmam gerekenleri bitirdikten sonra-birkaç saat içinde-uyuyacağım. Ayrıca bir sürü pringlesım var ve bir kutu da kolam... Ve sevdiğim diyet bisküvilerden... Aslında sadece tadını seviyorum çünkü kolanın yanında diyet bisküvi yemek kadar büyük bir ironi olamaz.

How to lose friends..


Tam da "How to lose friends & alienete people/ Arkadaşları nasıl kaybedersiniz & insanları nasıl yabancılaştırırsınız"ı izliyordum ki Sumi'nin son postunu okudum. "Sağolsun Luigi bugün kafama dank ettirdi bu durumu. Hem de isteyerek yapmadı bunu biliyo musun. Netbook'unu inceliyoduk hep birlikte. Carolin 'gidelim artık eve hadi' diye beni çekiştiriyodu, ben ise Lu'ları bekleyelım diye didindim. Sonradan Lu 'göbek bağımız beraber kesilmedi ya kızım, gidin siz' dedi. Haklı kız. Ben niye arada hala bi göbek bağı varmış gibi davranıyorum? Neden insanları bu kadar sahiplenip sonra kaybettiğimde bu kadar çok üzülüyorum? Giden herkes 'giderayak bi lokma daha ısırayım' diyomuş gibi hissediyorum. Koskocaman bi kurabiye adam gibi. Ben olsam ben de ısırırım aga." demiş. O yüzden tüm keyfim kaçtı.
Sumimizakura, eğer kırdıysam seni, vallahi bilerek olmadı. Ben beklemeyin diye dedim; çünkü işimiz uzadı da uzadı. Ve öyle düşünerek, özellikle söylenmiş bir şey değildi.

Vicdan azabından geberiyorum.
Söyliyim dedim, seni severim bilirsin Sumi.

24 Şubat, 2011

Aşkolsun servisçi abi.

Bugün hayatımda ilk defa servisi kaçırdım ve eve tramvayla dönmek zorunda kaldım. En azından hiç yaşamadım demem. Dilşah ve Sumi'yle turist taklidi yapa yapa yürüdük durağa kadar. Şu turist taklitleri sayesinde gelişti zaten benim ingilizcem.

Sumi beni mimlemiş. Onu da re-l mimlemiş. re-l'i de başkası mimlemiş. Bu işler böyledir zaten.

1. Gün içerisinde eğer gerçekleşirse şok geçireceğin şey:
500 TL kaybedince şok oluyorum. Beni daha çok şaşırtan aslında öyle bir parayı hiç kazanmadığım.
Çok kötü bir duyguydu...

2. Gördüğün zaman eğer almazsan uyuyamam dediğin şey:
Beğendiğim herhangi bir şey. Aslında alınacak bir şey olmasına da gerek yok. Bir şeyi aklıma koyduysam o uğurda tüm kaynakları gerekirse tüketir, o işi en kısa zamanda yaparım.
Genelde pire için yorgan yakmanın canlı kanıtıyımdır.

3. Uğruna diyetini bir kalemde bozduğun şey:
Künefe. Ama birisi içinde peynir olan ve sıcak yenen bir şeyi çok beğeneceğimi söylese inanmazdım.

4. Uğurun var mı?
Yok. Ama uğuru olanları çok kıskanıyorum. "Bu kolyeyi çıkarmayacağım" diyenleri falan. Çok denedim ama olmadı. Mesela annem gümüş bir bileklik almıştı, "bunu hiç çıkarmayacağım" demiştim, ama nereye çıkarmıyosun. Ertesi gün çıkarmıştım. Ara ara takıyorum.

5. Kendine en yakıştırdığın renk:
Yeşil. Başkası yakıştırmasa bile, ben çok seviyorum.

6. En sevdiğin takın:
Annemin aldığı bilekliğim. Uğurum olamadı ama en sevdiğim takım olmayı başardı en azından.

7. Takıntın:
Simetriye düşkünümdür. Yatarken ayaklarım soğuk bir şeyle temas etmezse uyuyamam.

8. Ben bu şarkıyı duyunca şakırım:
Jethro Tull-greensleved. Enstrümantel bir parça.

9. Solunda ne var?
Kahraman Tazeoğlu'ndan "bAŞKa"
Uğur Özakıncı-Siyah'ı hatırlatıyor. Yani güzel.

"Suskunluğum, konuşamamaktan ya da adam sansınlar diye değil, konuştuklarımdan yapılma silahlarla beni vurmasınlar diyedir." Kahraman Tazeoğlu-bAŞKa

"İşte bu beni anlatıyor!" dediğim cümleyi "bAŞKa"da buldum ben.
Hiçbir şeyi kimseyle paylaşmadığımı düşünenlere böyle bir izlenim vermemin sebebi budur. Değiştiremem bunu, bu böyle gider.


23 Şubat, 2011


Annem "Herkesin yazar olduğu bu dönemde sen bu işin bölümünü okumaktan bahsediyorsun" dedi, benim "Türk Dili ve Edebiyatı da fena değil hani" demem üzerine.
Müdür baş yardımcıları emekli olunca kitap yazacağı fetvasını vermişte..
Önce ciddi değil sandım, ama ciddiydi.

Sanırım bundan 20 sene sonra "istesem çok para kazanırım ama istemiyorum" diye ortalıkta gezen, beş parasız, Sliwer'ı boşanması ve avukatı olmam için iknaya çalışan bir avukat olacağım.
Kusura bakma Sliwer, bu bir kanka kanunu. İşsiz arkadaşına iş lazımsa gerekirse boşanıcaksın.
Dayım olmadığı için hakimlik, savcılık sınavlarını geçemem, noterlik sırası beklerim.

Çok güzel.

22 Şubat, 2011

Daisy, şekerim, Luigi benim. Bunu böyle bil.

Luigi'yi Daisy'den kıskandığımı saklayacak değilim.
Kıskanıyorum işte. Hem de çok!

Annem ev hanımı babam serbest meslek. Abim kolunu kırmış bizim mahallenin camisinin önüne selpak açmış.


Annemle zaman zaman şiddetli kasırga, zaman zaman yaz yağmurları tadında diyaloglarımız oluyor. Şiddetli kasırgalardan konuyu açmıyorum ki ağzımızın tadı kaçmasın. Diğer diyaloglarda annem daima benden kısa bir süreliğine şüphe ediyor. Şöyle ki;

anne: karnın aç mı tok mu?
didem: hayır!
anne: hayır ne demek?
didem: ha!? ne!? şey... tokum.

böyle bir çocuğum olsa şahsen ben döverdim. Dalga geçer gibi, şuna bak. Ama aslında o anda bir şey okuyordum, kafam dağınıktı yani. Ondan.

Bir de ortaokuldan liseye geçtiğim zaman şöyle bir diyalog geçmişti aramızda;

-Kızım, ortaokulda daima planlı çalışan okul kurallarına uyan bir öğrenci oldun. Umarım lisede de böyle devam edersin.
+inşallah anne.
-inşallah?
+ehehe, şey. tabii öyle olacağım anneciğim.

ve benim en sevdiğim, annemin sinirlerinin tepeye birkaç nanosaniyede zıpladığı diyalogtur.

anne: kızım ben halana gidiyorum. Bebeğin yatağını hazırlayacağız babaannenle. Geliyor musun?
didem: Yok anne. Ödevim var benim. Öykü yazıyorum.
anne: Ama babaannen pastalar börekler yapmıştır. Yine de gelmiyor musun?
didem: Yok anne, öyküyü bitirmem lazım.
anne: iyi o zaman. Aç kal. Evde yemek yok. Ben de yer gelirim. Başının çaresine bak. Çok istersen öykülerini yersin.
didem şok tabii!

annem bu diyalogların üzerine benim sabahları kendi kendime konuştuğumu iddia etti. Ama ben hatırlamıyordum konuştuğumu. Sonra arkadaşlarım da aynısını söyledi. Korktum ben de. Ama rehberlikçiyle konuştum bişey yok dedi, rahatladım.

8. sınıfta bir gün annemle matematik çalışırken ben kalemi ısırmaya çalışıyordum, Yavaş yavaş avıma yaklaşıyordum, büyük bir dikkatle; annem gördü sonra. "Didem napıyosun?" dedi. "Hiiç" dedim. Devam ettik çalışmaya.

ve dün annemin şoka girdiği bir şeyi anlatarak sözlerime son vermek istiyorum. Annem ıhlamurun yanında bir kase sütle nesquik yediğimi görünce "Ya bu nasıl bir zevk!!" dedi. Sonra kendisi nesquiki çerez gibi yedi.

Bu kadar.

21 Şubat, 2011

İthaf ediyorum Sumi sana.

ironilere bayılırım.

Bu benim ikinci ithafım. "18 yaşında doğmak" adlı öykümü Sliwer'a ithaf etmiştim. Aslında o mu gerçek anlamda bir ithaf bu mu bilmiyorum.

Ya da bu açık mektup olsun. Şöyle:

Sevgili Sumi,
Sliwer'ın öğrettiği tüm metodları sakinleşmek için kullanıyorum. "sumi beni anormal bulmasına rağmen arkadaşımı seviyorum ve ona derinden bağlıyım." tarzında cümleler ağzımdan düşmüyor.

Şu an çarşamba günü Kore Gazileri'yle ilgili yapacağımız sunumla uğraşıyorum dolayısıyla zor durumdayım, bunaldım ve post yazıyorum. Halet-i ruhiyime özetlemiş oldum böylece.

Öncelikle Sumi, benim gayette normal olduğumu kabul etmelisin. Tamam yeşile ve develere aşırı takık olduğum için işitmediğim şey kalmadı ama bence normal yani. Ben yeşile resmen ve ciddi bir şekilde aşığım; ama herkes herhangi bir şeye aşık olabilir. Bu kadar basit yani. Ve bu beni aslında sıradan yapar. Çünkü herkes yapabilir.

Sen de vişneye aşıksın mesela.

Develeri de çok seviyorum. Bana çok güzel ve sempatik geliyorlar ama aldığım yoğun tepkilerden ötürü "dans eden develer" kelimelerini bir arada kullanmıyorum. Ama belki artık kullanabilirim. Uzun zaman oldu develerimden ayrı kalalı.

Bilmiyorum ya. Eski günleri hatırladım da, tuhaf oldu içim. Yüzüm kızardı sinirden. Harbiden yemediğim laf kalmadı.

Öyle yani Sumi. Sen bu mektubu okurken ben çok uzaklarda tek başıma kitap okuyor olacağım. Bana en yakın yerleşim merkezi, karşı çaprazımdaki oturma odasında oturan anne ve babam...

Aromadan başkasını arama


Bu ödülü kendime layık gördüm.
Çünkü gayet normal biriyim.
Sumi, Sliwer ve bilumum arkadaşlarım egzantirik bir insan olduğumu söyleselerde, gayet sıradan, aşırı normal ve basit olduğumu söylen de var.

Birkaç postta yazdı Sumi, bir kere ben Sliwer'ın "meyve suyu al" cümlesine "ne aromalı olsun" demiştim. Tuhaf buldular. Beni tuhaf bulan sadece onlar da değil, abimin arkadaşları da öyle düşünüyor galiba. Ama ben onları çok cool buluyorum.

Mesela bir kere Sliwer düşecek gibi olmuştu merdivende, ben elimi uzatıp gayet sıradan bir şeymiş gibi düşmekten kurtarmıştım. Bir kere desinemada burnunu çekiyordu, selpak uzatmıştım.
Erkek olmam gerekirken hatalı bir sürümle doğmuşum gibi hissediyorum bazen

Ya bu post alakasız, saçma falan oldu ama anı yazma yeri gibi kullanmak istedim. Öyle.

Edit: Sumi ödülüme itiraz etmiş. Efendim demokratik bir ortamdayız, itirazlarına da eyvallah derim.

Sumi'nin şok açıklaması!

o kadar gerilim yarattım Sumi, kusura bakma dostum ama benimle aynı fikirde olanlara adresini veriyorum, beyzbol sopaları benden.

18 Şubat, 2011

"Büyükşehir'in seni değiştirmesine izin verme."


dedi abim ben giderken. İstanbul'a gidiyordum. Bir sırt çantası ve kol çantamın içindeki eşyalarımla. İçimde gram umut olmadan. Umut yoktu derken, öykü yarışmasının ulusal ayağı hakkında umudum yoktu. Kendini bilen bir insanım ve sonuçta derece alamadım. Üzülmedim, netbook'u almak gayet yetti bana. Zaten o gezi bambaşka bir şeydi. Aynısını bir daha yaşamam zaten mümkün değil, duygu çok farklıydı. O ilgiyi kendim bir şeyler ürettiğim için görüyordum ama onun yanında, eğer o mekanlara elimi kolumu sallaya sallaya girmek istiyorsam, 3 gün içinde 2 bin lira harcamayı göze almam gerekiyor, ki yemez.

Baştan başlarsak, rahat bir uçak yolculuğuydu fakat menüde 'humus' ismi verilen yiyeceğin ilginç, tatsız, berbat bir şey olması, İstanbul'da da kendisiyle karşılaşmam üzücü bir anıydı. Olsun.

The Marmara'nın şahane manzaralı odalarından birinde 2 gece günümüzü gün ettik diğer iki arkadaşımla. Yaklaşık 200 kişi olan kafilemiz için hazırlanan plan ilk başta Saim Halim Paşa Yalısı'nda ödül töreni, sonrasında Modern Sanatlar ve Body Words'ü gezmek, Develi'de akşam yemeği ardından otele dönüştü. Yalı muhteşemdi. Tek kelime yani. Destansı hatta. Ertesi gün Sultanahmet'te kazıklandık, bir turiste Türkçe yol sorduk, turist olduğunu anlayınca "Aha Turist, konuşak" dedik. Teksaslı oluşu ve bir Türk'le 1 aylık evli olduğu, 1 yıl sonra Teksas'a taşınacakları bilgisini aldıktan sonra yolumuza devam ettik.

Yerebatan Sarnıcı ve Etnografya müzesini de dolaştıktan sonra İstanbul turumuz bu şekilde sona erdi. Paşa paşa 'sahil kasabamıza' (Sliwer bu şehir için bu öbeği kullandı. Büyükşehir sayılıyor normalde.*kips*) döndük. İstanbul'dan sonra ilk başta boş gelse de, özlediğimi fark ettim. En azından tanıdık. İnsanları tanıdık, mekanlar tanıdık..

Duygusal falan oldu post ama gayet neşeliydik. Otobüs iş adamlarını çatlatırcasına sık telefonla konuşan gençlerle dolu olunca, ortam da o kadar fantastik oluyor. Seyran Tepe'den geçerken Galatasaray'lılar alkışladı, ben de çok gururlandım koca otobüste 2-3 Galatasaraylı olduğunu görünce. Ama iyiydi gerçekten grubumuz.

Yani, ileride 3 gün için 2 milyar harcamayı göze alabilecek durumda olsam bile aynı tadı alamayacağım kadar güzeldi her şey.


Ödül olarak verilen netbook, kitap seti ve plaket tarzı camdan şey eşsiz hatıralar gerçekten. Zaten o cam şey babamın plaketleri yanındaki yerini aldı. O kadar plaketim olmasını isterim ileride.

Maneviyatın önemini anladığım zamanlardı geçirdiğim birkaç gün. Gördüğümüz ilgi, muamele, kendimizi önemli hissettirdi ve eminim ki gelecekte edebiyat alanına dağılacak orada heyecanlarıyla varolan 54 öğrenci. (Eheh, ben de varım. Bir ihtimal yani.)

Minibil'den girdiğim ilk post bu, gayet sevindirik anlar yaşıyorum.
Fakat yaşamamak elde değil. Öykü yarışmasının ardından Tübitak'ta bölge sergisine kaldığımızı öğrenmek adeta votkanın üzerine cila niyetine içilen bira tadındaydı. Evet, bu demek oluyor ki, ağlayarak, sızlayarak, söylenerek, yeri geldiğinde söverek hazırladığımız Tübitak projemiz bölge sergisine katılmaya hak kazandı. Sliwer'la çok güzel stand düşüncelerimiz var, hayata geçirebilmeyi umuyoruz.
Yoğun geçirdiğim bu döneme rehberlik edecek en iyi tanıklar annem ve babam. Bilhassa annem. Sosyal etkinlik ve projelerden derslere fırsat bulamayışım sinirlerinde bir zıplama, bir hoplamaya sebep verse de, şu sıralar iyiyiz.

Şimdi, kısa vadeli planlarım sorulsa, ilk amacım günlük tutmak derim. Düzenli günlük tutamayan, sıkılan bir insanım. Fakat günlük ve mektup yazmanın kendini geliştirmekte çok büyük bir katkısı olduğunu ustalar söyler, ben kabul ederim. Mektup yazmaksa şöyle oluyor;
hayali bir arkadaş yaratıyorsunuz, sonra ona mektup yazıyorsunuz-Şizofrenlik belirtisi no1.

Sonra o arkadaşınızın yerine geçip kendinize cevap yazıyorsunuz.-Belirti no2

O arkadaşınız sizi başka bir arkadaşıyla tanıştırıyor; evinden, ailesinden, yaşamından bahsediyor.-Ağır şizofreni, acilen yatarak tedaviye alınmalı, anjiyoyu bile içinde bulunduran bir ameliyat paketi hazırlanmalı. İndirim uygulanmalı, kredi kartıyla ödeme imkanı sunulmalı.

Bu yöntemle siz günlerinizi arkadaşlarınıza mektup yetiştirmeye çalışarak geçiriyorsunuz. Kabus gibi. Ve en kötüsü ben gerçekten etkilenirim böyle şeylerden. Öyle bir arkadaşım olduğuna inanmaya falan başlarım. Bilemiyorum, bir hal çaresi düşüneceğim ama kişi ve tema kurgusu anlayışımı değiştirmem gerektiğinin hem ben farkındayım, hem öğretmenim ısrarla söylüyor.

Uzun oldu bu post. Ve yeni aldığım lacivert ojeli tırnaklarımı izleyerek netbook'tan yazdım.

Görmemiş olduğumu düşünen bir çok kişi bulabilirim kesin.
Haklılar.

Kimbilir kimler çok üzüldü bu bankta, kimler çok mutlu oldu ve kimler Boğaz'dan atlama isteğini bastırdı... Kaç dizi çekildi, hangi filmlerde yer aldı...

Hava soğuk, milletin kürkle gittiği yalıda okul formasıylayım ve birazdan tören var.
Saat 10'a geliyor.

Sultanahmet'te kazıklanmadığımız dükkan kalmamıştır..

Etnografya Müzesi/Ağlayan Kadınlar Lahdi.



Filmlerde falan görürdüm böyle rehberleri, biz de eli sürekli havada olanın birinin peşine takıldık.
Diğer grubun rehberi ama daha bir havalı gibiydi. ''Oo yea dude" havalarındaydı, daha çok sevdim. Sanki bizimki yanlış bir hareketimizde tekme tokat girişecekti. Evet, bir filmde izlemiştim, iki ayrı rehber aynı anlattığım gibiydi.

Havaalanında bizi elinde "AB Öykü Yarışması" yazan bir adam karşıladı, o da ayrı bir alemdi.

Bu kadar.

14 Şubat, 2011

14 Şubat. böcekli gün. Kapitalist düzen. ve kapitalist bir isim olarak Didem.


14 Şubat'la ilgili aşklı böcekli bir post yazmak gibi bir niyetim yok. En azından bu 14 Şubat'ta. Sanırım başlık seçimim yanlış oldu.

Amaan, kimin umurunda ki başlık zaten?

Görgüsüzler gibi bir anlatım olacak bu posttaki.

Şöyle ki, öykü yarışması vasıtasıyla yarın İstanbul'a gidiyorum. Türkiye'nin çok ücra olmasa da kuzey kıyılarında kalan, büyükşehir sayılsa da metropol olmayan bir şehrinde yaşıyorum. Ha mutsuz muyum, yok efendim ne haddime. Adam olana çok bile. Hatta İstanbul hakkındaki ilk düşüncem telefonumu çaldırmadan eve dönebilmek olmuştu.

Neyse, yarın akşam yola çıkıyoruz, uçuyoruz demek daha doğru olur. Eheh. Nerede kalacağımız hakkında bir fikrim yok, Pı'yla başlıyor galiba otelin ismi. Sait Halim Paşa Yalısı'nda ödül töreni yapılacakmış. Vallahi Sait Halim mi yoksa Halim Sait mi olduğundan halen daha emin değilim. İstanbul o derece yabancı bana. Zaten ilk gidişim olacak bu. Ahir ömründe bir şehir daha göreceğim.



Yalnız benim gelecek planlarımdan birisi Kırklareli'ye gitmek. Orada doğmuşum, 1 yaşımdayken Hakkâri’ye tayini çıkmış babamın, peşinden annemin. Yani Kırklareli hakkında en ama en ufak bir düşüncem bile yok. Gerçi gidince de olmaz benim, eminim.

Öyle yani. Bu hafta okuldan izinliyiz. Dolayısıyla okulların açılması hayatıma en azından birkaç günlüğüne daha karışamayacak.

Annemle alışverişe çıktık ayaküstü, eksik gedik tamamlamaya. Bir pijama aldık ki, ben onunla uyumaya kıyamam. Öyle.
Bir de kulaklık aldık, o bozulduğu vakit oturur ağlarım, o kadar güzel. Benden çok özelliği var.

Sevindirik gibi aklıma geleni yazıyorum. Durun bir de İstanbul'a gideceğim arkadaşlarımdan bahsedeyim. Bir tanesi yine bizim okuldan. Hatta öyküyü yazdığımız dönemde konuşuyorduk "Düşünsene Didem, birlikte İstanbul'a bile gidiyormuşuz." demişti, çok iyi hatırlıyorum. Oldu valla. Bir kız daha var dereceye giren, Anadolu öğretmen'den. Biraz zor olacak onun için, biz diğer arkadaşla birbirimizi tanıyoruz diye panik yapar.

Bir sonraki postumu cici netbook'umdan yazmayı en ama en derin duygularımla temenni ediyorum.

13 Şubat, 2011

Dert bende derman kar tatilinde.

Kendimi burçlara, rüya yorumlarına adadığım bir dönemin içindeyim. Öykü yarışması vesilesiyle İstanbul'a gitmemize, dolayısıyla yarışma sonucunu öğrenmeme az kaldı. Sanırım sadece birkaç gün kaldı. İşte bu yüzden yaşadığım stres, okulların açılması stresine karıştı, dünya yangın yerine, gönlüm savaş alanına döndü.

Günü gününe burç yorumlarını okuyor, annemin içtiği kahve falları üzerine kafa yoruyor, rüya tabirleri kitabını elimden düşürmüyorum. Hatta rüyalarımı kimselere anlatmıyorum ki, kötü bir şey olmasın. Ama yok, ben biliyorum ne olacağını. Hiçbir şey olmayacak. Budur yani.

Sıkıcı konuları geride bırakalım diye devam etmek isterdim lakin bir diğer konumuz okulların açılması sorunsalı. "Açılması neden sorun ki?" diyenler oluyor. Sabahın köründe uyanmadıklarını kafalarına vura vura hatırlatıyorum, pişmiş kelle gibi sırıtma moduna geçiyorlar o vakit.

Animelerdeki gibi yerlere vura vura ağlama isteğim tavan seviyeye ulaştı.

Okulların açılması vesilesiyle, okul zamanı neredeyse boş olan çarşamba ve cuma öğleden sonralarım bir sorun çıkmadığı sürece violet'te kivi çayı ve monopoly deal ile dolmuş olacak. Bünyesinde bir sürü oyun bulunduran bir kafeye kendi oyunumuzla gidip onu oynuyoruz. Bu da bizim eğlencemiz olsun.

Yarın da deal atarız Sumi ve Sliwer'la. Atarız değil mi? Özlemişim resmen.

Özlediğim bir diğer şey öğleden sonra ya da öğle arasında bahçede volta atmak. Bahçedeki diğerleriyle konuşmak ve sonra zorla sınıflara sokulmak bir rutindir, vazgeçilmezdir. Yok hayır, zorla sınıflara sokulmak kısmını kastetmedim ama o konuda oldukça yaratıcı öğretmenlerimiz var. Onlar bizim sayemizde içlerindeki yaratıcı ruhu ortaya çıkarıyorlar. Şöyle ki, tenefüs bitip öğretmenler öğrencileri içeri girmeleri için uyarmaya başlayınca Sliwer ve ben bir bankta oturmaya devam ediyoruz, hocaların tepkilerini görmek için. Bahçede bir tek biz kaldığımızda bize doğru gelen öğretmen bize bakarken, büyük bir ciddiyetle biz de ona bakıyoruz. Bu durumun sonunda "Kızım davetiye mi bekliyorsunuz?", "Kızlar illa yanınıza kadar mı geleyim" tepkileri duyduklarımız arasında.

Güzel şeyler bunlar.

Salak Luigi. Güzelse yarın 7de kalk okula git.

Gidicem zaten sanki bize soran var.
Penguen takvimine göre yarın tatil ve biz tatilde okula gitmiş sayılacağız!

10 Şubat, 2011

Yazma Demiyorum, Hobi Olarak Yine Yaz



Beni okuduğundan dün haberdar olduğum okul arkadaşım Seçkin'e ithaf etmek istiyorum bu yazıyı. "Didem sanırım bloguna yeni post yazma vakti gelmis?" diyerek girdi konuya. Ben daha okuduğundan haberdar değilim, o post istedi. Biz direk açıyoruz konuyu arkadaş arasında.
Güzel bir sürpriz oldu ama bu.

Sizlere popmundo isimli oyundan bahsetmek istiyorum. Uzun uzun anlatmaya takatim yok lakin kısaca müzik kariyeri yaptığınız bir online role play oyunu diyebilirim. Role play, yani rol yapıyorsunz. Örneğin ben orada Didem değilim. Joyce benim adım ve kimse gerçek hayatını oyuna dahil etmiyor.
Bu müzik dünyasının kendine ait bir dergisi var. It's Pop adında. Oyuncuların oyun ile ilgili makaleleri yayınlanıyor. Ama önüne gelenin makalesi de yayınlanmıyor hani. Mesela ben 2. kez bir makale yolladım. İlki ağır eleştirilere uğradıktan sonra yayınlanmadı. İkincisini ise yayınladı. Editör çok şirindi. Şayet oynayan varsa oyunu Yazma Demiyorum, Hobi Olarak Yine Yaz makalemin adı. Burada yayınlarım aslında ama oyunla ilgili olduğu için sıkılabilirsiniz diye düşündüm.

Öyle yani. Mutlu oldum yayınlanınca.

Okulların açılmasıyla beraber öğrenci milletinde vuku bulan stres, ilk günün 14 şubata denk gelmesiyle kimileri için double seviyeye ulaştı. Penguen Dergisi tarafından verilen 2011 takvimi ise kendi aleminde. 14 Şubat koyu puntolarla yazılmış, hafta sonlarında olduğu gibi. Yani Penguen 14 Şubatı, okulların ilk gününü, tatil ilan etmiş. Lakin ben okula gitmesem, gerekçe olarak da bunu göstersem ağır hakaretlere uğrarım eminim.


Kısacası dostlar, karne günü başlayan geriye sayımın sonunda geldik. Acımız büyük.

Geçen dönem oldukça yoğundu. Hatta gereğinden fazla yoğundu. Öykü yarışmasıdır, projelerdir derken devirdik dönemi. Proje diyince hala tüylerim diken diken oluyor ve sadece derslere çalışmanın değerini, kolaylığını anladım. Yüksek bir verim bekliyorum bu dönemden, hadi hayırlısı.

Şimdi, Lord of the Rings oynamak için köşeme çekiliyorum, sizlere de o oyunu şiddetle öneriyorum.

Seçkin'e ve varsa diğer arkadaşlarıma selam yolluyorum.
-Ece Erken tarzı kapanış-

07 Şubat, 2011

Lord of the rings battle for middle earth 2

Marketten iki dergi alıp hayvansı bir istekle bitirdikten sonra canım sıkılmaya başladı ve bilgisayarı keşfe çıktım. Bir oyun buldum; Lord of the rings battle for middle earth 2 isminde. Abim oynuyordu hatırlıyorum ve saçma buluyordum. Nasıl oynanacağına dairse en ufak bir fikrim yoktu. Zaten oyunu açtıktan sonra uzun bir süre ne yapacağımı bilemedim. Ateş etmeye falan çalıştım; aslında normalde otomatik olarak hallediliyormuş o işler. Biraz acı bir tecrübeyle öğrendim -zavallı köyümün insanlarının yanarak ölmesi gibi- Aradan uzun bir süre geçtikten sonra Skirmish ismi verilen platformda oynamaya başladım. O zaman çaktım köfteyi. Şimdi dostlar,Battle for middle earth 2 bir strateji oyunu. Köyünüzü kurup diğer köylerin canını okuyorsunuz. Benim oyunu tanımam için geçen uzun sürede benim canımı okudular bir çok kere; lakin oyunu çözmesi çokta zor değil. Ve bence gayet eğlenceli. Hiçbir beklentiniz olmadan başlayınca over düzeyde eğlendiriyor bile diyebilirim.

Şimdiki favorim bu oyunu oynamak der, sözlerime noktayı koyarım.

Atıyosuun.


Sliwer'ın kafama zorla soktuğu bilgilerle abime ahkam kestim animeler hakkında. eheh.
Sliwer haklı, ikimiz de konu hakkında azıcık bilgi birikimimiz dahi olsa, inanarak devam ederiz doğaçlamaya.

06 Şubat, 2011

Turuncu balık Luigi

Sizlere Turuncu balık Luigi'nin hikayesini anlatacağım bugün.

Evin içinde ayaklı hayvan besleme hevesim sıfır olduğu için iki tane balığım vardı önceden. Biri Luigi, biri Sliwer'dı. Sanırım ikisi de erkekti. Uzun süre ben onlara yem verdim, sularını değiştirdim falan, lakin hayat zor ve yollar çetin. Bir gün okuldan geldiğimde, ben okulda güle oynaya zaman geçirirken Sliwer 'ın geçirdiği zor dakikalar sonucu Sliwer'ın hayattan elendiğini gördüm. Üzüldüm. Normal Sliwer'a söyledim. O da üzüldü.

Uzunca bir süre Luigi küçük kavanozunda tek başına devam etti hayatına. Bir o yana gezdi, bir bu yana. Ben arada sırada onu eğitmeye bile çalışmıştım. Eğitilmedi tabi. Salak. Neyse ölünün arkasından konuşmak bize yakışmaz.

Sliwer'ın ölümünün üzerinden uzunca bir süre geçtiği zaman ailemin ''Şu Luigi'ye arkadaş ol yalnızlıktan ölecek gariban.'' sözleri baş göstermeye başladı. İkilettim birkaç kere ama sonunda babamın artan ısrarları sonucu aldım bir balık. Beyazdı. Norma koydum adını Marilyn Monroe'nun beyaz elbiseli, havalandırmanın üzerindeki halini çağrıştırdığı için. -Buradan ne kadar saçma çağrışımlar yaptığım ortaya çıktı.- Neyse işte, kavanozda iki balık mutlu mutlu gezerken bir gün bir baktım Norma bir deniz kabuğunun üzerine yatmış titremeye benzer hareketler yapıyor. Oradan ayrılmıyordu. Bazen yan yan yüzerek kavanozu turluyor, ardından tekrar o kabuğun üzerine geçiyordu. Luigi ise her şeyden habersizdi. Bir gün ben durumu Sliwer'a anlattım. Norma'nın yumurtluyor olabileceğini söyledi. Sevindim baya. İyice araştırdım ne yapmam gerektiğini. Sonunda balıkları ayrı bir akvaryuma koydum yumurtaları yememeleri için. Mâmafih ne yaptıysam fayda etmedi. Norma eski titremelerine devam etti. Üstüne bir de Luigi'nin hareketleri azaldı. Ertesi gün sınavım olmasına rağmen saatlerce Luigi'yi izledim. Norma henüz bir aydan bile az bir süredir benimleydi ama Luigi ile on aya yakın olmuştu arkadaşlığımız. Her yerde överdim ne kadar uzun yaşadığını. Ve o uğursuz günden birkaç gün önce anneme "Bu balık beni bile gömecek herhalde" demiştim. Birini gömmüştü çünkü. Annem ne biçim konuşuyorsun öyle diye kızmıştı bana. Ben de nazar değdirdim işte. Luigi fettan Norma'nın kavanoza gelmesinden birkaç gün sonra öldü. Koca on ayı lanet bir balık yüzünden geride bıraktı. Peşinden de Norma öldü zaten. Yavru falan da çıkmadı. Aslında belki de Norma olmasaydı yine ölecekti, zamanı gelmişti, ama ben hep Norma yüzünden olduğunu düşündüm. Ne yapabilecekse küçücük balık.

Öleli beş ay falan oluyor. Başka balık almadım ve almayı düşünmüyorum.
En sevdiğim balığımdı Luigi.

Ve Luigi, eğer Norma yüzünden öldüysen, çok özür dilerim dostum senden. Almamalıydım. Aramıza yabancıların girmesine izin vermemeliydim...

Hey Sen, Renkli Balık..

04 Şubat, 2011

Aldım, verdim; ben seni yendim.


Dünden önceki gün halamlarda kaldım. Bir arkadaşım var halamın bir akrabası olan, benim yaşımda, onunla takılalım diye. Takıldık. David'e Hitler'i sormamı istedi, sormadım tabi ırkçı falan zanneder diye. Kırk yılda bir bulunuyor düzgün penfriend. Bundan önce Lübnan'lı bir arkadaşım vardı. Hayır önemli değil tabii nereli olduğu ama çocuk savaşa gidiyorum falan diyordu. İnsan ister istemez bir tuhaf oluyor.

Betül Afyon'dan geldi. Şehri gezdiriyorum kıza, yemin ederim kendimi doğudaki yerli rehber çocuklar gibi hissettim. Tabi harabe görmeye gitmedik biz. ''Burası yeni açılıyor. Burger King. Şurası Koton, ben en çok Takı Shop'u severim. Burası belediye binası. Hadi 5D'ye gidelim..'' falan diyerek saatlerce yürüdük. Yorgunluktan ölmek neredeyse gerçek oluyordu da ucuz atlattım neyse ki. O alışverişin en iyi tarafı edindiğim ganimetlerdi. Ama kıyafet değil a dostlar. Şehirdeki tüm kıyafet mağazalarını dolaşıp kıyafet olsun, takı olsun bir şey bulamayıp sadece dergi almak her yiğidin harcı değil. Tüm paramı dergilere yatırdım. Leman'ın 1000. haftaya özel sayısı, penguen ve cnbc-e dergi aldım. Uykusuz yoktu olsa onu da alacaktım. Buradan tüm paramın 10 TL olduğu çıkartılabilir. Eheh. Cnbc-e dergi Barney Stinson'ın başka bir herifle beraber yazdığı 'Kankalık Kanunu'nu veriyordu. Çok sevdim. Çok kültürlenicem. Hepsini okuyacağım. Hepsini!!

Dün abim arkadaşından gelmişti, çekti beni odaya ''Didem.'' dedi. ''Bak bu cd'leri Burak'tan aldım. Film. İzlersin. Bu da bir oyun. Onu da yükleyeceğim birazdan. Haberin olsun.'' Tüm ciddiyet ve samimiyetimle. ''Tamam abi.'' dedim. Abim, CIA tarafından yasaklanan bir şeyi açıklar gibi, önemli bir operasyonun tüm detaylarını fısıltıyla anlatır gibi konuşunca, gülemedim. Saygısızlık olur dedim. Yapamadım.

Bugün anneannem ve teyzemler bize gelmişti .2 kuzenim, abim ve ben monopoly deal oynadık. Bana çirkef diyen Sumi ve Sliwer onları görmeliydi.. Kızlar erkekler olarak oynadık, abimleri yendiğimiz zaman abim beni tanımayacak duruma gelmişti. Ben artık kardeşi değildim. Didem çok eskilerdiydi. Ben, rakiptim. İşleri bozan, haciz getiren lanet olası bir avukat, bir emlak dikatatörü!!

Bu arada abim diye bahsediyorum kaç keredir. İşte böyle. Onun ismine ihtiyacı yok kimsenin. O sadece Didem'in abisi. Kader kısmet işte.