31 Ocak, 2011

31 Ocak...

1934'te Nazım Hikmet, Nail Vahtedi, Tosun Ömer ve Yonga Ömer beş yıl hapis cezasına mahkûm edildi. 1942'de öğrencilere sigara içme ve nişan yüzüğü takma yasağı getirildi. 1956'da Guy Mollet Fransa başbakanı oldu. 1990'da Atatürkçü Düşünce Derneği ve Türk Hukuk Kurumu başkanı Prof.Dr. Muammer Aksoy, 73 yaşında Ankara'da evinin önünde kurşunlanarak öldürüldü. 2004'te, TL'den 6 sıfır atılması ve Türkiye Cumhuriyeti devleti para biriminin Yeni Türk Lirası olmasını öngören yasa, Resmi Gazete'de yayımlandı. Ha, bir de 1995'te ben doğdum.

Doğum günü demişken, birkaç haftadır arkadaşlarla doğum günü muhabbeti yapıyorduk. Toplanırız, bir şeyler yaparız diye. Ama sonra dün bir şey oldu. Sliwer telefonda annemle konuştuktan sonra annem, ''Didem sen arkadaşlarına doğum günümü bir kafede kutlamayalım demişsin, ama onlar öyle planlamışlar, sen istemeyince de kutlamaktan vazgeçmişler.'' dedi. Aman Allahım durumlarını yaşadım önce. Sonra sliwer'a sordum buluşup buluşmadığımızı, annesinden izin alamadığını söyledi. Sumi'ye sordum, hastaneye gideceğini söyledi. Kimsede minnet yok ama. Sanki doğum günümde ekildiğimi söylemiyorlarmış gibi gayet normal bir şekilde iptal olduğunu söylüyorlar. Ama belli etmiyorum bir şey. Tabi güya belli etmiyorum. Sliwer ne kadar üzüldüğümün msnden bile belli olduğunu söyledi.

Neyse işte onlar öyle söyledi, ben hala belki bir şeyler yaparlar diye bekliyorum. Yattık kalktık o ara, bugün oldu. -bu anlatımdan nefret ederim. 'yarın oldu, bugün oldu.'- Sonra annem beni abimle apar topar pide yaptırmaya gönderdi. Ama bir şeylerden kıllandım ben. Zaten eve döndüğümüzde de Sumi, Sliwer ve Carolin misafir odasında hazır ve nazır bir biçimde oturuyorlardı. Bir baktım. ''aa.'' dedim. İki harfle dediğime eminim. ''Aa. Napıyosunuz?''
Oraları çok net hatırlamıyorum. Sonradan çok şaşırmış görünmediğimi söylediler. Ama yok harbi çok şaşırdım ve ayrıyetten çok sevindim. Çünkü baya baya üzülmüştüm dün. Buradan tekrar teşekkür ederim kendilerine. Şimdiye kadar yaşadığım en iyi şubata merhaba partisiydi.

Resimdeki pasta. Ortadan kesilmiş ama olsun. ''Mutlu Yaşlara Norma'' yazıyor. Yazdırırken neler çekmiş Sliwercığım. Tadı da iyiydi hani.

Mide fesatı geçirmemize az kaldıktan sonra yemeyi bıraktık ve karaoke show'la güne devam ettik. Okey de oynadık ama ondan bahsederken sinirlerim zıplıyor. Kimse sırasını takip etmedi arkadaş bu nedir!

Böyle işte. Tepkilerimi net olarak ortaya koyamasamda sırasıyla dün üzüldüm, bugün sevindim ve şaşırdım. Botokslu olduğum için mimikler tam çıkmıyor.

Onlar gittikten sonra facebooktaki kutlamalara cevap yazdım. Ama cevaplarda hep ':)' var ve benim bir huyumdur, ben bunu yaparsam gerçekten gülerim. Gülmekten, yemin ederim yanaklarım ağrıdı. Bir de Allah Mark Zuckerberg'den razı olsun, bundan önceki yıllarda kimse hatırlamazdı şimdi facebookta iki üç cümle görüp mutlu oluyoruz en azından.

Bir de abime tavlada bir kere mars oldum ve sadece bir kere de yenildim. Bence bu bir ilerleme.

Son olarak anneme çok teşekkür ediyorum. Beni istisnasız bir biçimde her yıl tatile denk gelen bir günde doğurduğu ve unutulmaya mahkum bıraktığı için!

30 Ocak, 2011

Mim- Kara Liste


Profösör'ün mimi üzerine bu hasta halimle yatağımdan çıktım mim cevaplıyorum. E haliyle bu halde olduğum için ''Biz neden varız?'' sorusuna mantıklı bir cevabım yok.

Aslında bu benim küçükken çok sık düşündüğüm bir soruydu. Bir gün oturup düşünmüştüm. ''Ben varım, ee sonra? Yani ne olacak sonunda? Ne için varım? Kola içiyorum, oyun oynuyorum. Nereye kadar? Neyse biraz daha kola içeyim.'' Tüm girişimlerim bu şekilde sonuçsuz kalmıştı.
Aslında "ibadet etmek için" diyerek işin içinden çıkabiliriz. Ama ben daha derinden bir şeyler olduğuna inanıyorum. Bir cerrahın varoluş amacı sadece hayat kurtarmaktır. Başka bir şey yapamaz çünkü o ellerle. Bunun için yaratılmış, ne mutlu ki amacını bulup yapabiliyor.
Benim amacım ne bilmiyorum. Dediğim gibi, kola içip bu konuları zihnimin gerisine atıyorum. Ama gerçekten yapabildiğim ve yapmam gereken bir şey varsa, bulurum bir gün. Belki de içine amaç konmayan hatalı üretimimdir.
Şakaydı.

Ne kadar mantıklı ve tutarlı bir yanıt bilmiyorum. Dediğim gibi, hastayım.

28 Ocak, 2011

Yenilmelere Doyamıyorum


Bir arkadaşla online tavla oynuyoruz, ben hazırlığın hazırlığı durumundayım tavlada, mars olmaya doyamıyomuş gibi, ''bir el daha'' diyip duruyorum. Bıktı kız artık.
Ama elbet bir gün master degree olurum. Çok pis olurum hem de.

27 Ocak, 2011

Bir sabah uyandım, Kore'deydim.


Nereden başlasam, ne kadar mutlu olduğumu nasıl anlatsam hiçbir fikrim yok. Tübitak'a hazırladığımız proje bitti. Başvuru yaptık. Ama nasıl yaptığımızı bir de bize sorun. 17.00'da bitiyordu başvurular, biz birkaç dakika geçe tamamladık her şeyi.

Ama o kadar çok aksilik çıktı ki anlatamam. Zaten anlatmak istemiyorum sinirlerim bozuluyor. Ama o işlerin tamamlanmasını beklerken Sliwer'la dedik ki ''Yasin okuyalım başvurabilirsek.'' başvurduk tabii. Şimdi 2 Yasin okumam lazım, bir de dünden kalma 5 Fatiha var benim, yani şimdi başlasam anca yetişir herhalde hepsi.

Ama hala bu yoğunluğun bittiğine inanamıyorum. Moralim tavan tapmış durumda zaten de ayak bileklerim biraz ağrıyor dün ayaklarımı bir tarafıma vura vura arkadaşın evine koştuğum için. Ama olsun o da. Şimdi tek yapmamız gereken sonuçların açıklanmasını beklemek. Bir de bölge sergisine kalma durumu olursa geliştirmemiz gerekecek projeyi.

Yarın şu lanet karneleri alıp Sumi'yle takılıcaz biraz. Sliwer başka bir arkadaşıyla buluşacağı için katılamayacak sanırım. Olsun, pazar günü onunla Sosyete Pazarı'na gidiyoruz zaten. Kukuleta alacağım.

Dönüp dolaşıp aynı şeyi söylüyorum ama bir insanın kendini özgür hissetmesinin en fazla gidebileceği sınır budur herhalde. Ötesi yok yani. Yarın proje yetiştirme derdi olmadan uyanmak öyle uzak bir duygu ki..
Yemin ediyorum yaşlandım yahu.

Neyse ama bunları bırakalım, bitti gitti de, daha çok işim var, Fatiha okuyacağım, mazallah proje ulaşmaz falan.

26 Ocak, 2011

Yarın şu proje işi bitsin 3 Fatiha peş peşe okuyacağım.

Bugün başıma neler geldi diye anlatmaya başlasam yazının sonunda büyük bir hayal kırıklığına uğrayacağınıza adımın Didem olduğundan emin olmadığım kadar eminim. O kadar ahım şahım değiller ama beni iyice bunalttılar. Çok yorgunum. Uykum var. Stresliyim.

Sabah okula neşeyle gittim hoplaya zıplaya, amacım öğleden sonra okulu asmaktı. Zaten bir ders var, ona da hocalar girmiyor bile. 12'de okula elveda demeyi düşünürken 5.30'da ayrılınca biraz sinirleri bozuluyor insanın. O arada birkaç saatliğine de Sliwer'lara gittim. Lakin bir dahaki gidişimde yapmak üzere rafa kaldırdık tüm o eğlenceli şeyleri. Projeyle uğraştık.

Bir de Sliwer beni bugün vesikalık çekinirken gördü. Hayatta bundan daha iğrenç bir durum yok sanırım. Bir de dedi ki ''Fotoğrafçıların işi zor. Düşünsene adamın biri sana poz veriyor çekmen için. Ne saçma.'' Harbiden büyük travma.

Daldan dala daldan dala aşıkım, tarzında yazıyorum yazımı ama uykum çok var ve ninni etkisi yapan everyday'i dinliyorum. Bu şarkı abime gelsin. 19. izleyicim.

Her şeyi geçtim, bugün arkadaşlarım beni bekliyordu doğum günümü kutlamak için. Kızlar her şeyi hazır ettiler, ben yokum ortada. E haliyle onlar da gerildi ben de. Sürekli mesaj attılar ne zaman geliyorsun diye. 5 saat gecikmeden sonra gittim neyse ki. Eğlendik ama kısa süre de olsa. Şarkı söyledik, halay çektik falan. İyiydi. Hatta şu gördüğünüz de pastadan bir görüntü. Çiçeğim arkadaşım sağolsun yakamadı tüm maytap ve mumları bir arada ama olsun o yazı bile ömre bedel. ''Luigi'nin 16. Kurtuluşu'' yazdırmak Dafne'nin fikriymiş. Luigi'li bir şeyler olmasınaysa topluca karar verilmiş. Ehe, ne güzel.

Aslında normalde doğum günüm birkaç gün sonra ama, topluca kutlamak için en uygun zaman bugündü. Evet o kadar yoğunluğa rağmen gerçekten çok uygundu.

Arkadaşın evine giderken şeytan dürttü zaten. ''Şu arabanın önüne atlasan nolur ki, dene bi.'' diye. Kovdum gitti tabi mandaval. Ama intiharı düşünmedim hiç. Zaten o kadar günahın üstüne bir de o eklenirse sanırım birkaç yüzyıl cehennemde Adam Brody'le bronzlaşırım.

Ay durun şunu söylemezsem içimde kalır, şişer şişer.. Saçlarımı sabah itinayla düzleştirdim, sonra ne oldu? Yağmurda sırılsıklam oldu ve eskisinden daha dalgalı bir hal aldı. O an onları kökünden kestirmek veya yeşile boyatıp kullanılmaz hale getirmek istedim. Ama o sırada koşa koşa arkadaşım evine gittiğim için yapamadım. Sonra da vazgeçtim zaten.

Şimdi ben nerelere gitsem..

25 Ocak, 2011

Üzgünüm hemşire. Sen doğramacı olabilirsin ama ben demir değilim.


Postu akşam yazmayı düşünüyordum ama o tanımlayamayacağım kadar berbat hemşireye olan nefretim azalmadan yazmalıyım.

Bugün Endokrin'e gittim. Troit bezlerimdeki hızlı çalışma falan filan diye başlamak istemiyorum, Endokrin'e gittim, orada doktoru beklerken zaten sinir oldum. Sonra en sinir olduğum doktor çağırdı muayene etmek için. Bahtıma küstüm. Kan tahlili için kan aldırmaya gittiğimde adamın teki sıramı kapmaya çalıştı. Yemeyince o sinir oldu. Hemşire damarımı bulamadı, sonra da ''Tedavi mi görüyorsun? Damarların çok kaygan'' dedi. Evet damarlarım kaygan, o beceriksiz değil. Ben 2 yıldır böyle bir sorunla karşılaşmadım çünkü damarlarım şu anda kayganlaşmayı akıl etti. La havle çektim, ''Sol koldan deneyin isterseniz.'' dedim. Yok efendim kadın inat etti. ''Alırım sandım.'' dedi ve sanmaya devam etti. Ama bilemedi ki benim kolum onun gövde gösterisi yapacağı yer değil. İğneyi tam olarak çıkartsa tekrar soksa rahatlayacağım ama tam çıkarmadan içeride oynatıyor. İster istemez huylandım bende. Sonra çıkarttı elimden almayı denedi, terbiyesiz damarlarım hala kaydığı için onu da beceremedi. Sonunda damla damla kan aldı. Normalde tüplerle aldıkları kanı damlalarla ölçtü. Neyse o benim sorunum değil ama hele bir o sonuçlar çıkmasın ve acilden kanımı alsınlar...

Onu da yaşadım. Yine bir gün endokrindeyim, tahlili vermişim sonuç bekliyorum doktor beni çağırdı, ''Bir sorun fark ettik tahlillerde, yeni bir kan vermen lazım. Acil laboratuvarına git.'' falan dedi. Ben biraz endişelendim. Annemi aradım o da endişelendi, hastaneye geldi. Öyle işte bir şey yokmuş ama panikliyor adam.

Bir kere de tiroit ultrasonu çekiliyor, doktor birisiyle konuşuyor, ama başka kimse yok odada. Dedim noluyoz, ''Arada bir yukarıdakiyle konuşurum.'' dedi. Nodüllerim hakkında sohbet etmeleri gerçekten çok nazik bir davranış.

Bu kadar muzdaribim işte hastanelerden ve içindeki bilimum canlılardan.

Kolum ağrıyor o kasaptan az kullanılmış diplomalı hemşire yüzünden. Bir de ağlayan çocuklara bir tane çakasım geliyordu. Küçücük çocuklara yaparsa bana yaptığı işkenceyi tabi ağlarlar.

24 Ocak, 2011

Karar verdim abim okuyor diye Abili başlık koyuyorum bundan sonra. Belki ileride %51 hisse verir.


Bugün okulun bilgisayar laboratuvarının dandik kelimesinin tam karşılığı olan bilgisayarlarında proje yapıyoruz diye sürünürken anladım ki, bilgisayarlar az zamanda büyük işler başarmanız gerektiğinde maksimum yavaşlık seviyesinde, minimum verimdedir. Hepsi ve daha fazlası için Murphy Yasalarına bakın. Murphy'nin de beddua edeni ne çoktur sırf bu yüzden.Ama beter olur inşallah. Adamın şom ağızlı olupta nesiller boyunca hatırlanmasına çok sinir oluyorum. Ben o tarz bir laf edince arkadaşlarım ve yakınlarım tarafından ''Ağzına hayra...'' ile başlayan ve dilimi zorla ısırmakla son bulan eylemler içine giriyorum.

Eylem demişken bugün ben bir arkadaşla kantindeydim. -yeşilin hastasıyım çağrışımın ustasıyım- Sumi ve Sliwer'da bahçedeydi, Sliwer meyve suyu istedi. Sonra mesaj attım ''Ne aromalı istiyosun?'' diye. Bir süre muhabbetini yapmışlar. Konuşma tarzım çok ilginçmiş falan. Böyle anlatıyorum ama takdir etmişler. Sağolasın; ama göz var nizam var, aroma mı daha hoş duruyor cümlede, ''Neyli istiyorsun?'' demek mi.. Lütfen yani. Dikkat edelim böyle şeylere.

Abim bugün 7de eve geldi ama bir ton laf işitti annemden. Abim geleli henüz birkaç gün oldu. Annem bilmiyor ki abim gitmesine yakın eve gelmeyecek...
Abim de blogumu okumaya başladı artık. Annem de arada bakıyor herhalde. Halam da okuyacağını söyledi. Tarzı değiştiriyorum, aile blogu oldu burası. Bundan sonra aile toplantılarını ve duyuları paylaşacağım. Bir de buradan beni okuyan anneme, abime ve halama çok selamlarımı yolluyorum.

23 Ocak, 2011

Abi.



Dün abim geldi. Yani bloga yazmak için bir sürü malzeme çıkar eminim. Aslında o diyaloglarda abim hep beni eziyor, ben yine de marifetmiş gibi ''ehe ehe, çok gomik'' diyerek buraya yazıyorum.
Abimle nasıl bir iletişimimiz olduğunu şimdi anlatmayacağım. Zaten ileride anlaşılır o.

Bugün dershaneye gittik ama sadece 3 öğrenci gelmiştik. Biz de biraz bir yerlerde oturduk eve döndük. Annem de diyor ki ''E gitmeseydin kimse gelmeyecekse, niye gittin?'' Sanki ona ''Anne kimse gelmiyor ben de gitmiyim'' diyen ben değilim, sanki sabahın köründe kaldırılıp zorla yollanan ben değilim, madur olan ben değilim gibi bunu duydum annemden ciddi ciddi. Neyse moralleri bozmuyoruz. Saat 1'de arkadaşlarımla buluşuyorum, oradan flüt kursuna gidiyorum. Ama bugün yüreğim ağzıma geldi bir süre. Flütümü kaybettiğimi sandım. Kutusuna baktım yok. Her zaman masamda dururdu; orada yok, odada yok. Koskoca flüt nasıl kaybolur anlayamadım, ama sonra baktım misafir odasındaymış. Herhalde müzik hayatımın bitişi olurdu flütü kaybetmem.

Abim gelirken Ersin Karabulut - Sandık İçi'ni getirmiş. 3 kere okudum, yine okuyorum yine okuyorum.

Yani, ben gidiyorum karanlık dehlizlerin lağım kokan tekilliğine..
Bu kasıntı cümlenin meali ise; Sandık İçi okuyacağım.

21 Ocak, 2011

Boşver Aldırma, Alırım diye kandırma, Çok hoşuma gidiyor, Sahildeki Dondurma

Anneme blogumu gösterdim. Daha önce bir kere söylemiştim blog yazıyorum diye ama öyle çokta üstüne düşmemiştim. Bugün tanıttım. Baktı, kendisiyle ilgili yazılarımı okuyup güldü falan. Aferin dedi ve sonra hiçbir şey olmamış gibi çay yapmaya gitti. Ben de bu posta başladım.

Aslında biriken çok şey var. Dün yazmak istedim ama ne yazsam bilemedim ve sınavlardan dolayı moralim çok bozuktu. Bugün afiyetliyim maşallah. Öncelikle sabahtan okulda matematik sınavına girdik, ondan hiç bahsetmek istemiyorum. Şu anda bile e-okul'u açıp açıp bakıyorum ama korkup kapıyorum. Neyse. Öğleden sonra Sliwer ve ben annelerimizi aradık ve ''Anne ben okulu asabilir miyim?'' dedik. Abim bunu yaptığımı bilse kahkahalarını suratımda patlatır. ve siz de yanlış okumadınız okulu asmak için annemden izin alıyorum. İzinleri aldık ama okul kapısından çıkma derdi vardı, onu da sevgili bekçi görmeden hallettik. Köri'ye gittik; bir çılgınlık yapıp pizza yedik. Ve pizza kültürüm olmadığı için mutlu olduğumu fark ettim. Mesela Sliwer dedi ki ''Bu pizza güzel değil, hamuru kalın, yağı az...'' falan filan. Kız o kadar tat alamadı. Ama ben zaten pizzadan anlamadığım için yedim, güzel geldi. Güzel geldi ama ben genel olarak pizza sevmem zaten. Ne kadar güzel gelebilirse işte.

Pizzaları yedikten sonra okula geri döndük. Müdür yardımcısının dersi vardı. Derse girmedik ama adama görünmemiz gerekiyordu. Şu işe bakın yahu. Annemiz izin veriyor çıkın sürtün sokaklarda diye, müdür yardımcısını sevdiğimiz için dönüyoruz okula. O görevi de tamamladıktan sonra günün en can alıcı kısmı olan Violet faslına geldik. Kivi çaylarımızı içerken Tabu ve Monopoly Dünya Şehirleri oynadık fakat Monopoly deal'daki tadı hiçbir şeyde bulamadık. Benim sadık yarim Monopoly Deal'dır. Sumi ve Sliwer benim Deal oynarkenki halimin çok ciddi ve çirkef olduğunu söylüyorlar. Kati suretle reddediyorum. -ne ironi ama- Ben sadece oyunu kuralına göre oynuyorum. Onlar kendi hallerini görmüyorlar tabiî. Sliwer'ın kağıda sarılmaları, Sumi'nin söylenmeleri havada uçuşuyor hamle kartı kullanılınca..

Violet'ten sonra eve geldik. Abim yarın akşam geliyormuş uçakla. Adamdaki paranın bolluğuna bakın. Ben yemeye ekmek bulamiyim, o uçaklarda gezsin. Business class yakışır ona zaten. Telefonda konuştuk güldük ettik. Sonra ben Jim Carrey 'liarliar'ı izledim. Ve bu postu bitirdim. Miskinliğim yüzünden bir cümle yazıp bir saat ara vererek 3 saatte bitti.

ve şimdi Serdar dinlemeye gidiyorum. Serdar demişken, sahildeki dondurma şu sıralar en sevdiğim şarkı. Bütün gün dilime takıldı kaldı. Sabah Nihat'la Muhabbet'te dinlemiştim. Bir kere de Komedi Dükkanı'nda söylenmişti. Bence gayet güzel.

18 Ocak, 2011

Tahtadaki harfleri silmek suretiyle KARMAŞIK SAYILAR konu başlığını AŞIK AYILAR olarak çeviren öğrenci grubuna saygılarımı sunuyorum. Büyüksünüz.

Defol git diyorum başka bir şey demiyorum.

Annemle matematik çalışmaktan nefret ediyorum. Annemle matematik çalışmaktan nefret ediyorum. Annemle matematik çalışmaktan nefret ediyorum. Annemle matematik...

Annemin rencidelerine dayanamayarak ''Anne seni galatasaray taraftarları gibi protesto ederim.'' dedim. Ama haklıydım. Diyor ki ''Bu zormuş, dur başka soru bakayım, kolay bulayım.'' Sanki seviyem o kadar düşük. Neyse sonra o da dedi ki ''İnsan yavrususun Didem. neyine protesto senin. '' Cumartesi günkü prostestoyu evde canlandırdık resmen. Ben protesto ettim, sonra üst mevkimden hakaret işittim. Sonra ''Biz büyüdük ve kirlendi dünya'' dedim anneme. ''Ay ne yaşadın da dünyanın kirliliğini fark ettin. Çok konuşma da çöz şu soruyu.'' dedi. Çözdüm el mahkum.

Ama iflahım kuruyor yemin ederim ya. Daha ingilizce çalışıcam ama annem salmıyor beni. Matematik benim tek derdim sanki.

ve ben gidiyorum. Hem de A şehrinden B şehrine kuru kayısı paramın 2katının 4eksiği ile.

17 Ocak, 2011

Kendime Not 1


Bugün sağlık ve edebiyat sınavı vardı. Yarın geometri sınavım var. Çarşamba ingilizce, perşembe dil anlatım ve tarih, cuma matematik. Perşembe yeğenimin 1. yaş günü hem de öykü yarışması açıklanıyor. Cumartesi onun doğum gününü kutlayacağız. Pazar gün var Dafne'lerde, ona gitmem gerek. Ayrıca pazar günü konservatuarda pizza yiyeceğiz. Ona göre gitmeliyim.

Evet, önümüzdeki haftanın planını okudunuz az önce. Aslında okumanız gerekmiyordu çünkü o kendime not tarzı bir şeydi. Çünkü projeydi, sınavlardı derken neyin ne zaman olacağını unutuyorum. Bu yaşta bu yoğunluk nedir ya. Sadece sınavlara çalıştığımız günleri özledim yemin ediyorum. Şükredicem şu proje bitsin.

Burada kalıp saçma sapan yazılar yazarak göz zevkinizi bozmaktansa, hali hazırda bir kişiliğim varken geometri çalışmaya gidiyorum.

Ama gitmeden önce bir şeyi mutlaka anlatmam lazım. Ben kaç çorap giyersem giyeyim üşüyorum. Olmaz böyle iş. Yarın okulda nöbetçiyim. Normal günlerde ve evde dahi kaloriferler yandığı halde donma derecesinde üşüyen ben yarın ne yaparım hiç bilmiyorum.

15 Ocak, 2011

Matematiği taksit taksit çöpe atarım geometri kere!

Son 2 saattir annemle geometri çalışıyoruz. Annemle geometri çalışmaktan daha çok nefret ettiğim bir şey varsa o da annemle matematik çalışmaktır. Çünkü geometride nadiren de olsa annemin göremediği bir şeyi ben görüyorum ama matematikte bildiğiniz eziyor beni. Ezmesi normal ama ezerken başımın etini de yiyor. Yani yemese, sadece ezse bir şey demeyeceğim. Şu an başım feci ağrıyor ama kendime güvenim geldi birazcık. En azından çok boş olmadığımı anladım ve üstüne biraz bilgi daha ekledim. Şu 'bilgi eklemek' kalıbına da hastayımdır.

Yarın dersaneye gitmiyorum. Geometri çalışıcam annemle. Oh iyi oldu bu. Yarın rehberlikçi 1biyoloji, 1kimya ve 1matematik testini göya ona götüreceğimi sanıyord Yazık, gidemiyorum dersaneye. Nasıl ağlıyorum anlatamam şu an. Gözyaşlarım sel oldu.

Neyse abartmaya gerek yok. Bugün nasıl geçti onu anlatayım. Sabah dersanedeydim, oralar sıkıcı, geçiyorum; sonra annemle alışverişe çıktık. Bu kısmı çok eğlenceli işte. Benim için bir etek, kazak, kaban, uygun çoraplar ve takı aldıktan sonra annem için de birkaç seti oluşturan takı aldık. Para çok herhalde. Neyse ben o kısmına bakmıyorum zaten. Yarın flüt kursuna giderken giyeceğim onları. Zaten flüt çalışımla başını döndürdüğüm bir zat-ı muhterem var kursta, bir de beni insan gibi taranmış saçlarım ve kıyafetlerimle görsün de, ''uzaylılar da flüt mü çalıyor yahu'' diye düşüncesi varsa, o hastalıklı düşüncelerinden kurtulsun. Flüt çalışımla başını nasıl döndürdüğümü de anlatayım. O henüz ses üflüyor yani samanyolunu çal desen çalamayacak düzeyde. Bense parçalara geçtim. Kolay değil ben 1 yıldan fazla süredir çalıyorum o 2 aydır falan. Ama hocamız hangi akla hizmet yaptı bilmiyorum ikimize de aynı parçayı verdi çalalım diye. Ki parçada istemeyeceğiniz kadar diyez, bemol var. Çocuk 1.oktavı doğru düzgün üfleyemiyorken hocanın 2. oktav dolu olan parçayı -ki Swan Lake bahsi geçen parça-, diyez bemolü öğrenmeyen arkadaşa vermesi benim de garibime gitti, evet. Benim için sorun yok ama. Kolay geliyor bana, çalıyorum takır takır o yüzden o da çalışıma hayran kalıyor. Aslında pek bir numarası yok benim çalışımın.

Benim bir Alman penfriend'im vardı. Onunla good friends çerçevesi içinde konuşuyorduk. Resmini gördüm. Sarı saçlı maviş gözlü tipik bir Alman çıktı. Şirin ama. İngilizcesi çok iyi bir de. Çincesi de var. Fransızca da biliyor en az benim kadar. Yuh yani diyorum içimden onunla konuşurken. Analar neler doğuruyor. Ama böyle dedim diye sarı saçlarını, mavi gözlerini beğendim sanmayın a dostlar. Kültürü falan bol yani, onun için diyorum.

Öyle işte. Başım çok ağrıyor.

14 Ocak, 2011

Lipton Ice Tea Şeftali


1330 ml şeftalili ice tea içtikten sonra nasıl hissettiğimi size anlatamam. Kelimenin tam anlamıyla iğrenç. Başım dönüyor, gözlerim ağrıyor, ellerim titriyor ve midem her an annemin halılarından birini kirletecek bir faaliyete geçebilir. Hatanelik oldum bildiğiniz. Akşamdan kalma olunca da şu an hissettiğim gibi hissediliyordur büyük ihtimalle. Kafein komasına mı girdim nolduysa artık. İnsan kendine bunu yapmaz yemin ediyorum. Bırakın içmeyi, bir daha ice tea görmek istemiyorum.

13 Ocak, 2011

Benjamin Button gelse ona da ''Yavrum yer veriver'' diyecek 1milyon teyze bulabilirim.


Dün okuldan dönerken yaşadığım tatsız ve rahatsız edici bir hadise, ondan önce yaşadıklarımı hatırıma getirdi ve o anda gözlerimde şeytanı gördüm.

Okul çıkışı eve otobüsle dönmem gerekti. Otobüs bekledim, sonra geldi, parayı falan verdim neyse işte geçtim kendime tutunacak bir mekan buldum. Otobüs tıklım tıklımdı. Benim otobüslerde şöyle bir huyum vardır, ilk tuttuğum yeri kimseye kaptırmam. Orada rahat hissederim kendimi bir tek. Benim köşem gibi bir şey olur. ve ben otobüslerde genelde camdaki silüetimi izlerim. Başka birini izliyormuş gibi oluyor insan. Çok ilgimi çekiyor.

Yine kendimi izliyorum ben camdan, -böyle deyince de egoist gibi oldu- baktım benim sırt çantası hem geçişi kısıtlıyor, hem bana bayağı bir yük oluyor. Yanında durduğum, kendisi oturan ve etrafına dahi bakmayan 3 yaşlı teyze popülasyonundan medet umuyorum, çantamı tutmayı teklif etsinler diye. Ama yok anam ne teklifi. Şimdi diyeceksiniz onlar senin çantanı taşımak zorunda mı diye. Tabiî ki değiller lakin ben de onlara yer vermek zorunda değilim. Beni asıl rahatsız eden mevzu işte bu yer verme meselesi. Bir kere, okuldan o yorgunlukla çıkıp otobüse bindiğim zamanlarda hiçbir amca/teyze ne kusura baksın ne de benden yer istesin. Vermem. O kadar saat ders yaptıktan sonra babamı tanımam otobüste. Ki yer versem kimse o eşek yüküyle ağır çantamı tutmayı teklif bile etmeyecek, biliyorum. Ama bazı yüzsüz amca/teyzeler, özellikle teyzeler, laf ederler. Laf etmenin iki şekli vardır:

1) Bu gençlik nereye gidiyor?: Bu laf duyulduktan hemen sonra diğer yetişkin ve yaşlı insanlar da onlara katılır. ''Hiç sormayın hanımcağızım, burada o kadar insan ayaktayız, şu liseli yeniyetme gözümüzün içine bakarak oturuyor.'' ''Hiç sormayın beyefendi, bir de müzik dinliyor utanmadan.'' Neye utanacağım burada inanın bilmiyorum. Meğer müzik dinlemek ayıpmış, günahmış. ''Aile terbiyesi yok, terbiyesiz işte.'' dedikleri vakit kaçırdığım gözlerimi teyzenin suratına dikip bakıyorum. Kusura bakmasın da kimse benim aile terbiyeme laf edemez. Zaten anne babamın kim olduğunu anlatsam onlara göre sorunun sebebi bulunuyor. ''Ailesi de gomünistmiş zaten.'' ''Ayy bırak bırak uğraşma şunlarla. Ergenekon'la bağlantısı mı vardır nedir.'' derler ve mırıldanmalarına devam ederler. Ben de yerimden kalkmam. Herkes bana sinir olur, otobüsteki oturan benim dışımdaki tüm gençler ayağa kalkar ama beni içlerinden tebrik ederler. Dışlarına vuramazlar zira karşıdaki grup çok kalabalık.

2) Yavrum kalk da ben oturayım: Bu gruba da sinir olurum. Otobüste başka adam yokmuş gibi benim kabusum olmayı seçerler. Ama onlara bir şey diyemem, yer veririm. Üstteki yüzsüz ve saygısız popülasyon da böyle istese adam gibi yer veririm, amenna ama maalesef olmuyor. Sonra ben terbiyesiz oluyorum.

Ayrıca şunu belirteyim, ben hamilelere, engellilere paşa paşa veririm yer. Gazi hiç görmedim daha önce ama görsem onlara da veririm. İhtiyacı olana yer verilir. Ben bunu öğrendim,'' yaşı ilerlemiş, kırışıklıkları artmış, saçı beyazlayıp dökülmüş ama çenesi susmayacak kadar dinç ihtiyarlara yer ver kızım'' demedi annem ve babam. İhtiyacı olan amca/teyzeler de insan gibi isteseler sorun yok. Onlara kızmıyorum; ama ben ''Teyze belim ağrıdı biraz da ben oturayım.'' desem tuhaf olur.

Zaten insanlık ölmüş. Omzum ağrıdı otobüste. Tutsalar çantayı ellerine yapışır. Vermiyorum işte yer falan, var mı? Varsın terbiyesiz bilsinler beni.

11 Ocak, 2011

Thank you mario but princess is suffering from Stockholm syndrome


Super Mario'dan bir fotoğraf bu gördüğünüz ve belki de oyunlar tarihindeki en trajik sahne.
4 bölüm boyunca canavarlardan, yürüyen mantarlar, yeşil kaplumbağalardan kaçarsınız, sonunda o kocaman devi yenersiniz ve karşınızda bu meymenetsiz yazıyı görürsünüz gül yüzlü prenses yerine. Fonda bir müzik çalar: ''Şimdi ellerim bomboş, gözlerim sarhoş, gönlüm olmuş bin parça..'' İşte o an, daha o yaşınızda yaşarsınız hayal kırıklıklarının en büyüğünü. Tek çareniz prensesin diğer bölümde olmasını ummaktır. Mario akıllarda, hayalkırıklıklarıyla yer edinmiştir.

Mario ana karakter olmasına rağmen benim favorim Luigi olmuştur. Belki daima Mario sümsüğünün gölgesinde kaldığı için ezilenin yanında olmak psikolojisinden, belki de oyunlarda hep abim Mario'yu, ben ise daima Luigi'yi aldığımdandır bu sevgim. Evet sayın seyirciler. Abiler daima Mario olur, oyunu erken bitirir, oyunu bitirdiğinde sizi izlemek zahmetine katlanmaz ve siz, SİZ LUİGİ hiçbir çıkarınız olmadan oynarsınız bu efsane oyunu. Mario Princess Peach'lerin peşinde sürterken siz asla kavuşamayacağınızı bildiğiniz Princess Daisy'nin hayalleriyle uyursunuz ve abiniz bu oyunun kötü adamı, günah keçisi olur.

Biraz sondan başladım ama, şimdi karakterlere bir göz atalım. Anya konya neymiş çıksın ortaya.
Maalesef sümsük Mario'yla başlıyoruz.

Mario: Oyunun ana kahramanı, kırmızı üniforma giyen, pos bıyıklı tombik bir tesisatçı abimiz. Ha neden vida sıkmıyor, musluk tamir etmiyor derseniz, bilemiyoruz, akıl sır erdiremiyoruz ve halen daha 21. yüzyılda Mario ve Luigi'nin dengesizlikleri çocukların kabusu olmaya devam ediyor. Princess Peach'e abayı yakmış. Para pul kazanmayı sırf bir kadın uğruna geri tepmiş. O macera senin bu macera benim geziniyor ve demin bir söz gördüm, bildiğiniz özetliyoruz bu herifin yaşama sebebini ''Kendisine 40 can verilse 40ını da aynı kız için harcayabilecek tek erkek Super Mario'dur.'' Kusura bakamsın ama bu yaptığı enayiliktir. Prensesin umrunda değil, ama bu paşam duvardan duvara vuruyor kendini. Enayi işte. Neyse geçiyoruz diğer karakterimize.

Luigi: Mario'dan daha genç, daha uzun ve daha formda kardeşidir. Princess Daisy'den başkasını gözü görmez. Oyunlarda genelde Mario öldüğü zaman ona sıra gelir. Bu da demek oluyor ki abinizle atari oynarken siz daima Luigi'siniz ve Luigi daima 'loser.' En azılı oyuncular bile Luigi'yle oynadığı zaman o prensesin o şatodan kurtulmasına imkan yok-tur. Yoktur yani bu kadar basit. Luigi fasülyedir, kardeşleri oyalama aracıdır, benim favorimdir ve laf ettirmem o ayrı. Yeşil üniforma giymesi sayesinde şuracıkta evlenme teklif etmemi sağlayacak kadar sempatimi kazanmıştır.

Princess Peach, Mushroom Kingdom'ın yelloz prensesi, Mario'nun kayıp manitası. Luigi ve Toad'un yakın arkadaşı. Özellikle Princess Daisy'le çok yakınlar. Ortalığı hep bu karıştırıyor. Hani hep derler ya ''Bir kadın dünya savaşı bile başlatabilir.'' diye. Aynen öyle. Zavallı musluk tamircisinin başına ne işler açıyor. Ve zaten kimi yerde ''Son of the Peach'' diye geçiyor. Turkinish bir şey ama bence gayet yerinde bir tabir. Daha fazla konuşmak istemiyorum sinirlerim zıplıyor zira.

Toad ise oyunda Mario'yu destekleyici nitelikte görev alıyor. O büyüme mantaları falan hep Toad yani. Bir de ''büyümek için "sihirli" bir mantar, ateş atmak için de "sihirli" bir çiçek alındığı için yaratanların hangi uyuşturucuyla haşır neşir olduğu sorusunu akla getiren, herhalde herkesin ezbere bildiği oyun.'' denmiş ekşi'de. Düşünülmesi gereken ilginç bir konu. İyi yakalamışlar. Ya da biz öküz altında buzağı arıyoruz. Bilmiyorum.(#5490920@ek$i)

Oyunun ana hatlarına gelecek olursak, oyun 8 parçadan oluşmakta, her parça 4 ayrı bölümden meydana gelmektedir. Bölüm sonlarında canavarlarla karşılaşılmakta, 7 canavar bölümü boyunca yukarıda gördüğünüz ''Thank you Mario! But our princess is in another castle'' Yazısı gelmektedir. Son etapta ise yelloz Daisy kurtulmaktadır.

Oyunu ben abimle oynardım genelde. Onu izlerdim. Çok iyi oynuyordu o çünkü. en azından benden iyiydi ve bu az bir şey sayılmaz. Zor bölümler abiye verilir, eğer 8. bölümde ateş kullanamazsanız ve canınız az ise, abinizin geçmesi bile zordur. Game over yazısıyla yeni maceralara yelken açarsınız. Oyun bitmez aslında sizin için. Yeni başlamaktadır...

Bu oyun bir dönem kuşağının kafasını meşgul etse de, hala ara sıra tozlu atariler kurulup oyun tekrarlanmakta ya da bilgisayara yüklenip eski tad bulunamasa da hasret giderilmektedir. Ve şahsıma göre, onlarca Mario versiyonu arasında Super Mario Bros'un yeri ayrıdır, o bir klasiktir 90 sonrası çocukları için.

Bu arada resimleri eklerken şunu fark ettim, oyuna alternatif bir sürü bitiş oluşturmuşlar. Favorim Game Over. Şüphesiz ki o, tüm hayalleri yıkandır.

Bu da bir Mario wallpaper'ı benden size.


Bence güzel.

10 Ocak, 2011

Coğrafyanın etrafı, dumanlı dağlar aman aman

Çıldırmak gerek.

Sınavlardan 3-5 not alıcaz diye, tükettiğim çikolata ve ice tea'ler yüzünden fazla fazla kilo alıcam, ondan korkuyorum. Karanlıktan da korkarım ama konumuz o değil. Aslında yok ya, karanlıktan korkmuyorum ben. Bunu geçende test etme olanağı buldum ve Sumi deli olduğumu düşündü ama benim için çok önemliydi. Şöyle ki, bir gün annem ve babam halamlara halamın bebesini sevmeye gittiğinde ben evde tek başıma bilgisayarda takılıyorum ki aniden elektrikler gitti. 5 dakika kadar yerimden kalkmadan etrafıma bakarak ve içeriden gelen sesleri dinleyerek oturdum. Sonra da halloldu ışık problemi ama benim için imkansızdı evde tek başına ve elektriksiz olmak. Onu başarabildiğimi görünce kendime güvenim geldi. ''Getirin lan şu 300 spartalıyı, ey mi yaman bey mi yaman'' triplerine girdim hatta. O kadar abartılacak bir şey değil ama yine de çok önemliydi. Herkesin hayatında bir dönüm noktası vardır. Bu benim ilk dönüm noktamdı. Neyse öyle işte.

Şu iki hafta film izlemek olsun, Violet'te monopoly veyahut tabu oynamak olsun, çiftlikte bir iki mağaza bakınıp moda kültürü kazanmak olsun -bu minicik şehirdeki mağazalarla moda kültürü kazanmaya tabii ki çalışmıyorum- şu önümüzdeki iki hafta haram bana. Ayrıca sadece sınavlar mı? Tabii ki hayır. Proje belamız yüzünden sürekli dip dibe, burun buruna olduğum Sliwer'la bile sosyalleşemiyorum. Tek eğlencesi ''Hadi bir el monopoly deal atalım.'' olur mu yahu bir insan grubunun? Sorarım size.

Ayrıca az önce annem odama girdi beni bilgisayar başında post yazarken görünce ''Didem sen bilgisayar başında napıyosun kızım? Yarın coğrafya sınavın yok mu? Coğrafyadan 48 alan ben miyim?'' dedi. El insaf yani anne. İki dakika mola veriyorum onu da çok görüyor. Test çözmekten gözlerim ağrıdı ve coğrafyadan bahsediyoruz. Zaten menem bişey.

Sırf evrendeki kötü enerjileri başıma toplayıp bela almiyim diye ''Yarın coğrafya sınavım olmasına rağmen kendime güveniyorum ve kendime derinden bağlıyım.'' diyor, Nlp ya da EFT adı verilen o şeyi yapıyorum. Sırf o yani yoksa güvendiğimden falan değil. Geçen sınavda zorlasam zayıf alıyodum neyime güveniyim.

Şu anda bir ecnebi olan David'le ''Ve tanrı ice tea'yi yarattı'' muhabbeti yapıyorum. Muhabbeti yapan benim. David genelde kısa şeyler söylüyor ilgisini çekmedi bu konu. Yazık. O onun sorunu. Zira şu anda beni mutlu eden en büyük yardımcım nestea şeftali ve eti çikolata keyfi antep fıstıklı. O uzun olanından. ve şu anda da onu farklı yapan şeyleri konuşuyoruz. Diğerlerinden farklısın falan dedim, bu da bir havalara girdi tabi. Pislik. Çok sinir oluyorum onların o tuhaf örf-adetlerine. Irkçı değilim ama biraz hoşgörüsüz olabilirim. Aslında hoşgörüsüz de değilim kıskancım ama. bunda hemfikirim.

Annemin sinirleri zıplamadan cici dersimiz coğrafyayı çalışmaya devam ediyim. Cici diyorum, akıllı ol aklını alırım!

09 Ocak, 2011

''Hangi kıyıya vurduysam oraya gömün beni.''



Hafta sonu yaptığım, daha doğrusu yapmak zorunda bırakıldığım aşırı yüklemeden sonra hayatım çakışığı için paralellerini satanlarla, yeni yıla giren kafalarla ve ticaret kervanlarıyla doldu ve ben kervansaraylar arasındaki mesafede hayatın anlamını ararken, aforimazlarda gizli saklı olduğunu fark ettim.

Evet idolüm bir paragrafı bir cümle olarak yazan, anlatım bozukluklarının kralı, devrik cümlelerin babası; Orhan Pamuk.

Ders çalışırken Mecnun'un Leyla'yı kaybedişi kadar kendimi kaybettim.
Tabi ben coğrafya için bırakın dağları delmeyi, kılımı bile kıpırdatmam. Romeo gelse beyaz atıyla, burnumu kıvırırım, Lancelot gelirse bir durup düşünürüm ama. O kadar da abartamam sonuçta. Lancelot bu.

Az önce Onur Gökşen'in tumblr açtığını gördüm. Geçen Sliwer'la konuşmuştuk yakında Onur Gökşen de açar blog diye, açmış işte. Ehe, mutlu oldum tahminimin doğru çıktığını görünce.

Öykülerle kurduğum hayatı sims 2 sponsorluğunda somutlaştırmaya gidiyorum. ''Ben deniz olmaya gidiyorum.'' (Uğur Özakıncı, Siyah, İstanbul 2001, s. 94)

08 Ocak, 2011

Öğrenciyiz.biz



Bir liseyi bitirdiği gibi top sakal bırakan gençleri anlamam, birde askeriyeden emekli olduğu gibi bıyık bırakanları. Bir de öğrenci milletini hiç anlamıyorum.

Önümüzdeki 2 hafta yoğun sınavlarımız olduğu, yarın flüt kursunda Swan Lake çalmak zorunda olduğum ve Tübitak projesinin başvuru tarihi iyice yaklaştığı için şu sıralar en verimli dönemlerimi yaşıyorum. Bol bol kitap okuyor, film izliyor kendimi sosyal olan her faaliyetin içine atıyorum. Bugün okulumuza gelen İbrahim Sadri'yi dinlemeye gittim mesela. Başka zaman olsa gitmem. Ve şu anda uzun zamandır sims oynamadığımı fark ettim. Önce biraz sims oynayacağım sonra film izleyeceğim. Öyle. Programımda ders çalışmak yer almadığı halde yoğunum.

07 Ocak, 2011

Skyline/Yukarıdaki Tehlike

21. yüzyıldayız ve hâlâ böyle filmler yapılıyor. Tehlikenin farkında mısınız?

Efendim, ben film eleştirecek donanımda bir insan değilim, bu da o tip bir blog değil fakat Skyline'a değinmeden edemeyeceğim zira 9 lira verip biletini aldım. Hakkım diye düşünüyorum. Ha şimdi nereden geldi aklına bu uyduruk film diyecek olursanız, uzaydan sanırım. *ironiye gel*

Ben izlediği her filmi beğenen yapıda bir insanımdır. Hayatımda izleyipte beğenmediğim tek filmse Skyline/Yukarıdaki Tehlike. Film bana göre biraz Paranormal Activity, biraz 7th Kind'tan arak bir komedi filmi fakat uzmanlar korku/gerilim olarak nitelendirmeyi tercih etmiş.

Öncelikle bu filme 9 lira verip bilet alan tüm insanları bir salona doldurmuşlar ki bilelim Samsunumuzda kaç enayi var. Reklamları dayadıktan sonra filmi izlemeye başladık lakin arkadaş 5 dakika sonra ''Çok dandik bir filme gelmişiz.'' dedi. O anda tüm şevkime etti yani. Ama öyle dediği için değil. Ben sorunun bende olduğunu, iyi bir film çıkabileceğini düşünüyordum. Arkadaş da beğenmeyince gişede yatan 9 liramdan başka bir şey düşünemez oldum. Neyse dikkatimi bir şekilde topladım ve filme devam ettim. Lakin korku diye geldik ama filmin bir bölümünden sonra kahkahalarımıza engel olamadık.

Güle güle keyfimiz yerine geldi. En azından bir salon dolusu o filme 9 lira para veren tüm salaklar olarak kahkaha seslerimizi dışarıya taşıdık. Sohbet falan ettik hatta. Kimse de birbirini rahatsız ediyosunuz diye uyarmadı. Daha eğlenceliydi çünkü milletin konuşmasına misafir olmak. belki beklediğimizi bulamayıp en azından gülelim dedik belki de sinirlerimiz bozuldu, koyverdik gitti. Sanırım kaçınılmaz olan tecavüzden zevk almaya çalışıyorduk. Bilemiyorum.

Tamam emeğe saygı, ben daha iyisini yapamıyorsam en iyisi budur'lara saygımız var ama bu kadar da olmaz ki kardeşim. Filmdeki seçilmiş kişinin seçilmiş olduğunu bile anlatamadılar adam gibi, düşünün yani.

Yapımcısına buradan ''Olmadı Memati'' diyorum. Ama nereden anlayacak elin yeteneksiz ecnebisi.

Umut-Umutsuzluk

Bu karikatürü çizen kişiyi tebrik etmek, bir yemek olur, bir kahve olur, bir şeyler ısmarlamak istiyorum kendisine. Lakin eminim kendisi ben henüz bebe denecek yaşta olduğum için kabul etmez. Canı sağolsun.

06 Ocak, 2011

Monopoly deal


Ekşi'de monopoly başlığında strateji kırıntıları arayıp Sumi'yi yerle bir edeceğim günlerin hayalini kurarken monopoly deal diye bir şeyin varlığından haberdar oldum. Masaüstü versiyonundan milyonlarca kat daha ucuz. Sadece 8.49TL, taşımak ise oldukça kolay. Henüz nasıl bir şey olduğunu çözemesem de yorumlar gayet olumlu ve bana da oldukça cazip geldi. Yarın okul çıkışı en yakın d&r'da yakından inceleyeceğim.

ve dünyada her yıl gerçek paradan fazla Monopoly parası basılıyor'muş. Sanırım Sumi gibi insafsız ve acımasız oyuncuların sömürdüğü -ben- kişiler de evlerine ekmek, 6 aylık bebelerine süt götürebilsin diye fazla fazla basıyorlar. EA düşünüyor bizi, biricik arkadaşımız düşünmüyor.. Peh peh peh.

Kızım olursa adını Öykü koyacağım. Yeşil de güzel aslında ama en çok Efsane'yi seviyorum.



by Scherbius @Deviantart


Benim bir abim var. Bir de ben varım. Annem babam falan da var tabii ama konumuz onlar değil.
Ergen bir insan olduğum için abim çok dalga geçiyor benimle. AB öykü yarışması için öykü yazarken saatlerimi bilgisayar başında geçirirken de gelmiş yanımda saçmalıyordu ben de pür dikkat öykü yazıyordum, meşgulum yani. AB'ye girmemiz benim öyküme bağlı gibi triplerdeydim. ''Of abi çok boş konuşuyorsun.'' dedim. ''Sende skimsonik bir öykü yazıyorsun ben bir şey diyo muyum?'' dedi. Dışarı çıktı sonra.

O zaman moralimin içine etti bıraktıydı. Öyküyü okuyunca annem de o da, beğendiklerini söylediler ama bir ton kusur buldulardı. Özellikle hikayenin sonu hakkında. Sonu beklenmedik bir şekilde gelmiş, erken olmuş, baştan savma durmuş gibi bilimum cümle söyledikten sonra tüm azmimin, hevesimin, umudumun içine biber gazı sıkmışlardı. Ben de 0(sıfır) umut düzeyiyle yarışmaya katılmıştım. Sonucunda dereceye girdiğimi öğrendim, İstanbul'daki ödül töreninie şirin netbook'umu almaya gideceğim ilerleyen günlerde. ehe.

İlde dereceye girmem, ulusalda da dereceye girmem demek olmadığı, şu anda 54 en iyi öyküyle yarıştığım için ulusal yarışmayla ilgili hiçbir beklentim yoktu. Yurtdışı ödülü var. Tabii ki ben de isterim kazanmayı ama düşük bir ihtimal ve hayal kırıklığının lüzumu yok. Neyse asıl söylemek istediğim, annem de pek umutlanmamamı söylüyordu hep fakat demin yeniden okumuş öykümü. ''Didem gerçekten güzel olmuş. İlkinden daha çok beğendim. Ulusal yarışmayı kazanma şansın daha yüksek geldi şu an. O zaman %25 olarak görüyordum. Şimdi %51 ihtimalle olabilir. Neden olmasın?'' falan dedi. Çok mutlu oldum. Annemin öyküler konusunda beni desteklemesi şu hayatta en çok ihtiyaç duyduğum şey sanırım. Ay bir de, annemle bu konuyu konuşurken baktım gözlerini siliyor. Dehşetle ''Anne sen ağladın mı!?'' dedim. ''Hikayedeki kızın durumuna çok üzüldüm ve ben bir öyküye ağlıyorsam o öykü iyidir bana göre.'' dedi. Çok duygulandım lan. Harbiden. Annem bir kere de ben abimin biyografisini yazdığımda ağlamıştı. Şu an çok duygusal anlar yaşıyorum.

Fakat bu duygusal anları bölen bir sorun var. O da ne? Yarınki kimya sınavı. Kendime güvenmiyorum bu sınavda. İlk notum yüksekti, ona güveniyorum. İkincisi, kahrolmayasıca TÜBİTAK için Sliwer'la birlikte tarih projesi hazırlıyoruz. Ölüyoruz, bitiyoruz. Kafamda zilyon tane tilki var hepsinin kuyruğu birbirine değiyor. Hem birkaç hafta bitmeyecek sınavlar, hem projede zamanın daralması ve yetişmeyecek gibi görünmesi stres seviyemi 'over' düzeye çıkartıyor, menapozlu kadınlar gibi durduğum yerde duramıyorum.

05 Ocak, 2011

Tanrılar da Ağlar

Childhood: A period where you play while waiting for your brain to delevop.

Size Tanrılar da Ağlar'ın hikayesini anlatacaktım. Bir an kendimi torunlarına masal anlatacak tonton nine gibi hissettim. ehe.

Şimdi ben yaklaşık 4. sınıfa giderken, abimin elinde bir ton msn adresi vardı. Bir ton ama. Bir sürü. Tanımıyor ama herifleri. Artık google'a ''kız msn adresi'' yazdılar da mı buldular arkadaşlarıyla, bilmiyorum. Neyse işte ben de o sırada yeni yeni msn adresi aldığım için arkadaşım falan yok. Hepimiz daha Cin Ali serisini bitirmemiş salak çocuklarız. Ekledim hemen milleti. Sonra denk gelenle konuşuyodum tanışıyodum falan. Kimisiyle tanışamıyoduk küfürü basıp gidiyordu.
Neyse işte nasıl oldu bilmiyorum ben biriyle tanıştım. tanrilardaaglar@hotmail.com tarzı bir şeydi sanırım. Semih abi. Semih abi sayesinde Yasemin ablayla konuştuk. Msn adresi hakkında en ufak bir şey hatırlamıyorum. Yasemin Abla ve Semih abi birbirini tanıyordu. Hatta YaSemih falan yazardı Yasemin abla. Amerika'da yaşıyordu. Benim şimdiki yaşlarımdaydı Sanırım. 16-17. Semih abi de o civarlarda. Bunlar bana kamera falan açmışlardı. Görüyodum ama benim kameram yoktu, göremiyodu onlar. Bir kere ben ''Yasemin ablaaaaaa! Kamera aldııımmm'' dedim bodoslama kamera açtım Yasemin ablaya. Daha doğrusu ben öyle sanıyorum. O dedi ki ''Canım ben Yasemin değilim, onun msn'inde bakınıyodum, ben Semih.'' Bir utandım, bir utandım. O da kamera açtı inanmayınca ben, harbiden oymuş.
O günden sonra Yasemin Abla'yla bir iki kere daha konuştum ama Semih Abi'yle konuştuğumu hatırlamıyorum. Nedendir bilmiyorum, çok kişiyle o şekilde tanışmama rağmen bir tek onlar hayatımda yer edinmişlerdir. Ve eğer Semih Abi'yi tanıyanlar varsa haber etsinler. N'ütfeeen.

Öyle işte. Blog için isim düşünürken de aklıma ilk o geldi. Tanrılar da Ağlar.

Ama her başıma bir musibet gelişinde ''ulan Tanrılar da Ağlar diyoruz ama, Tanrı yanlış anlamasın'' falan derim kendi kendime.

04 Ocak, 2011

Shit happens

Bu posta en çok uyan söz 'shit happens' Türkçe'den direk çevirmeye çalışmadığınızda 'olur öyle' gibi bir anlam çıkıyor. Ben sevdim valla.

Sanırım adı bile olmayan bu hikayenin bitme vakti geldi. Çok saçma oldu farkındayım. Ama saçmalaştıran ben değildim, hikayeydi. Kontrol edemedim ve sonra bir hikaye blogu açmanın kötü bir fikir olduğuna karar verdim. Başlarken çok hevesliydim ama sonra o isteği bulamadım kendimde. Bunun nedeni sanırım çok uzaması. Çok uzamasının nedeni ise başlarken kafamda bir çizginin olmaması. ''Şöyle başlayacak, şunlar şunlar olduktan sonra şöyle bitecek.'' diye bir planım olmayınca uzadı da uzadı, saçmalaştı da saçmalaştı. Ben öykü yazabilirim, roman değil. Nitekim her şey sıkıcılaştı. Yazmaya elim gitmez oldu ve bir seçim yapmam gerekti: Öykü yazmayı ya bir iş gibi görecek ve ömrümün sonuna kadar bir daha öykü yazmayacaktım ya da bu saçma hikayeyi burada sonlandıracaktım. Aslında bitmesinin tam zamanı. Bir hikaye blogu açmaya Gülşah süper bir kız lan'dan cesaret alarak karar verdim. Onun yazarı bu hikayeyi buralarda bir yerlerde bitirirdi. Normali o çünkü.

Velhasıl ben de daha mutlu olacağımı düşünerek hikayeyi bitirmeye karar verdim.

Peki şimdi ne olacak?

Günlük tarzında kullanırım sanırım burayı. Aslında Sumi ve Sliwer'daki bloga bağlanma olayı bende yok. Gözümü kırpmadan kapasam blogu hiç üzülmem sonra. Çünkü sevmiyorum artık bu hikayey. Zaten ben kendi hayatımdan, etrafımdakilerden esinleniyordum. Şimdi de günlük ne yaptıysak onu anlatırım. Daha az entrikalı olur orası ayrı mesele.

Bunu henüz Sliwer ve Sumi'ye söylememiştim umarım kızmazlar.

Blog adımı değiştirir miyim? Hayır. Özel bu isim biraz benim için. Hatta mesela diğer postta onu anlatiyim. Bak bu iyi oldu.

Bu da bir hesaplaşma gibi oldu, hayırlısı.

Game over



Geriye dönüp şöyle bir baktığımda aslında çok bir şey yaşamadığımı görüyorum. Ama çok şey değişti. O da bir gerçek. Yani bu hayatın ne zaman son bulması gerektiğine henüz karar verebilmiş değilim. Ama sanırım sonra yaklaşıyorum. Buna nasıl mı karar verdim? Şöyle.

Pelin Amerika'ya gitti. Türkiye'ye alışamamış. Okuluna devam etmeye çalışacağını söyledi. Bir şey yapamadım. Tek yakın akrabam, kardeşim şu anda uçakta.

Hazel Alper'le bağrışlı çağrışlı küfürlü bir konuşma yaptı. ayrıldılar. Niye öyle oldu anlamadım daha geçen gün öpüşmekten Gırgır'dan atılmışlardı. Hazel dedi ki ''Ona baktığımda seni görüyorum. Buna katlanamıyorum.'' Benimle ilişkisini de bitirdi. Görmek istemiyormuş bir daha.

Eren ayrı bir alem. Özgür daima onun için önce geliyor. Görüşüyoruz arada, eğer Özgür'den zaman bulabilirse.

Barda tanıştığımız kız, Elif, sevgilisiyle Karayiplere kaçmış. Öyle duydum Gırgır'daki barmenden. Orada bir rock barda evlenmişler. Elif 18 yaşındaydı zaten. Mutluluklar.

Ben ise bütün bunları birkaç hafta içinde yaşadım, 2010'un götürdüklerini geri isterken, dibe vurdum. Şöyle özetliyim, kardeşim gitti, en yakın arkadaşlarımdan biri beni görmek istemiyor, diğeri sevgilisinin içine düşecek. Yeni yeni tanıdığım bir kız kocaya kaçtı, en kaba tabirle.

Alp ne oldu diye soruyorsunuz. İntihar etti.

Beni çok sevdiğini söylediği bir mektup yazmış. Ama o da Hazel gibi, beni görmeye katlanamıyormuş. Ama görmemeye de katlanamazmış. Nasıl oluyorsa ölmeye katlanabilmiş. Mekanı cennet olsun.

Hep derdim 'Game is not over.' diye. Ama sanırım yanılmışım.

01 Ocak, 2011

2010'un götürdüklerini 2011 geri getirse.

Uzun uğraşılar ve kafa patlatmalar sonucunda yılbaşı planlarımızı hazırladık. Alp'le görüşmüyorduk. Zordu benim için.

Neyse, planımız şuydu: Önce medyum'a gideceğiz, sonra kafelerden birinde tabu falan oynayacağız. Sade ama eğlenceli olacağına emindik. Medyum'a ben, Pelin, Eren ve Hazel birlikte gittik. 50 liraları bayıldıktan sonra bende pek istek kalmadı ama çaktırmamaya çalıştım. Zaten ortam bir acayip saçma sapan kuru kafalar, dekorasyonlarla döşemiş salak kadın daireyi. Kapıyı çaldık. Psikopat bir kadın açtı. Kambur, mavi peruk takmış, tüylü şalı var. Hangi filme özendiyse artık. İçeri aldı. Tam bir yere oturucam kadının kuyruğuna basmışız gibi çığlık attı. ''Aoehö! Oraya oturma! Şuraya geçin.'' Israrla başka yere oturtcak. La havle çektim geçtik oturduk.

Hazel dedi ki ''Biz geldik ama ben size inanmıyorum şahsen.''
Eren Hazel'in böğrüne dirseğini bir geçirmiş, görmeliydiniz. Sonra Hazel seansın sonuna kadar konuşmadı. Eren, ben ve Pelin aktif rol oynadık.
''Teyze.'' dedim. ''Alp'le ayrıldık ya, bitti mi her şey?'' dedim. ''Öncelikle teyze anandır.'' dedi. '' Ölmüş kadın hakkında konuşmayın.'' dedim. ''Ruhuyla bağlantı kurmak istersen 20 kağıdını daha alırım.'' dedi. Küfürü bastım. ''İşine bak sorumu cevapla.'' dedim. ''Alp başka bir kızın kollarına gitmiş gülüm sen ondan hayır bekleme daha.'' dedi. Çok sinirlendim. O sırada Eren NLP noktalarıma falan vuruyordu sakinleşeyim diye.
Pelin ''Ne olacak benim bu aşk hayatım?'' dedi. ''2011'de de bekar gezersin yavrum sen.'' dedi. Bir an Pelin'in gözlerinin yaşardığını sandım ama yanılmış da olabilirim günahını almiyim kızın.
Eren ''Özgür'ü seviyorum.'' dedi. Kadın devamının gelmesini bekledi. Devamı yok. '' Üzgünüm ama bu bir soru değil. Ne öğrenmek istiyorsun?'' dedi kadın. ''Hiçbir şey. Ben onu sevdiğimi herkesin öğrenmesini istiyorum. O hayatımdaki soruların cevapları zaten.'' dedi. Bir 'OOOOooo'' sesi yükseldi Hazel'den ama kadın kötü kötü bakınca susmak zorunda kaldı.

Baktık kadından bize fayda yok, attık kendimizi sokaklara. Özgür'ü aradım. ''Bu kız seni düşüne düşüne Konfiçyüs oldu yeminle. Alper'i de al gelin.'' dedim. Gırgır'a gittik.
Tabi bizde hava bin beş yüz. Minileri, topukluları falan çekmişiz. Baktım Hazel bar tarafına gidiyor. Bardaki kızı görmüş yine. Biz de gittik. Kızla bunlar muhabbete daldılar.

- Şey, meraba ben Hazel. Tanıdınız mı?
- Aa, evet. Sevgilime asılan? Merhaba otursanıza.

Hazel mosmor oldu. Ben de kendimi tanıttım.

- Ben Selin. Hazel'in arkadaşı. Siz onun kusuruna bakmayın potlar kraliçesi diye adı geçer okulda yoklamada.
- Okula gidiyorsunuz hâlâ değil mi? Lise sanırım. Sizin işiniz de zor.

Yalnız kız iki dakikada harcadı bizi. Bu sefer şansını Eren denedi.

- Ojeleriniz Chanel mi? Gerçekten çok yakışmış teninize.
- Gerçekten mi? evet, son seriden. Ojeden anlıyorsun demek.
dedi ve onlar kopkoyu bir muhabbete daldılar, çıkarabilene aşk olsun. Pelin de Edgar'ın yanına gitti. Ben Hazel'le oturdum bir yere Özgür'le Alper'in gelmesini bekliyordum. Aşkta ben kazanamadım. Bari arkadaşlarım kazansın.

Onların mekana girdiğini Hazel'in büyüyen gözlerinden anladım. Baktım önden Özgür girdi, Alper onu takip ediyordu. En arkadaysa Alp vardı. Alp vardı!? Alp gelmişti benim olduğumu bile bile!

Hazel ayağa kalktı, yüksek topuklulara rağmen kusursuz bir yürüyüş sergileyerek Alper'in yanına gitti. Yüzünü elleri arasına aldı. Öptü. Ama nasıl bir öpüş. Çocuğun dudaklarını sanırsınız yiyecek. -O sırada Hazel'in ağzı büyür ve Alper'in kafasını içine alır, sonra tüm bedenini. Tabii ki buralar Hazel'e masum bir gönderme.- Ben utandım onun şehvetli öpüşünü görünce. Zaten bir süre sonra mekandan atıldılar. Peşlerinden gitmedim çünkü kendilerine müsait bir ıssız sokak bulacaklarından emindim.
Özgür bir köşeye gitti. Tek başına oturdu. Yanına gittik, Eren onu görmemişti. Eren'in medyumdaki sözlerini naklen Özgür'e anlattım. İçi gitti garibimin. Kızın gönlünü almaya karar verdi. Eren'in o kızla konuşmasını böldü. Kız da zaten manitası gitaristin yanına gitti, moral verici sözler söyledi tahminimce.

Sonra ben Alp'e baktım. Kızın teki sırnaşıyordu. Dirty dance tarzı bir şeye girişmek amacındaydı yelloz. Alp kıza öyle kırıcı bir şey söyledi ki, hakaret etse, sövse daha iyiydi. Bana doğru geldi.

- Burası boş mu acaba?
- Kimleri görüyorum.. Tabii ki, sizin için her zaman boş.
- Kalbiniz de o denli mi boş bana karşı?
- Sadece siz vardınız, bunu anlayamadınız.
- Selin bak, benim hatam kendimi sürekli başkalarıyla karşılaştırmaktı. Özellikle Alper'le. Aştım onu ama yanındaki o sarışın herif sinirimi bozdu o yüzden geçen gün kırdım sanırım seni. Katlanamıyorum yanında birilerini görmeye.
- Alp herif homoseksüel.
Kahkasını tutmaya çalıştı.
- Üzüldüm onun adına. Peki güzel hanımefendi, benimle dans eder misiniz?

Gülümsedim. Bana uzattığı eli tuttum ve Plain White t's 1 2 3 4 eşliğinde dans etmeye başladık.

Beni o mutlu andan Eren'in çekip koparmasıyla kendime geldim. Eren'e içimden ayıp kelimeler söyledim. Yanına gittim.

- Selin ne olduğuna inanamayacaksın!
- Ne oldu?
- Özgür'le barıştık!
- İnanmıyorum, çok sevindim!

Bir süre Özgür'ü anlattı. Sonra tanıştığı kızı. Modayla içli dışlıymış falan. Adı Elif'miş. Manitasının adı Hakan'mış. Bir gün tanışma hikayesini dinleyecekmiş. Çok sevmiş.

İyi bir kız lakin baya bir aşağıladı bizi. Bir dahakine özünü tanımak umuduyla Eren'den ayrıldım Pelin'in yanına gittim.

- Selin ben Amerika'ya dönüyorum.
- O niye o?
- Alışamıyorum. Kimse yok burada. Orada bir erkek arkadaşım vardı. Ayrılmanın bu kadar ağır olacağını tahmin edememiştim.
- Pelin saçmalama. Nasıl geri dönüceksin?
- Bilmiyorum. Ya da ararım o gelsin.
- Nerede kalıcak?
- Bizim evde.
- Yol geçen hanı değil orası.
- O da alelade biri değil.

Sinirlendi biraz bana. Kalktı gitti. Ben de ''Amaan. Seninle mi uğraşıcam.'' dedim Alp'in yanına gittim. Kızın teki sırnaşıyordu. ''Hayatım otel rezervasyonunu yaptırdın mı akşam için?'' dedim. Kızın gözleri kocaman oldu, ''Memnun oldum.'' dedi defoldu gitti. Alp gülmeye başladı. ''Gerçekten rezervasyon ister miydin?'' dedi. ''Saçmalama be. Kızı kovalamak içindi o.''
Belimden tuttu, beni bedenine yasladı ve tatlı bir şekilde öptü. Geri sayımla uğraşıyordu millet. Bense o an için mutlu olabileceğim tek kişiyleydim.

Baktım, Eren de Özgür'e sarılırken gayet mutluydu.

Zaten salak müneccimin dediklerinin tersi çıktı. Haram zıkkım olsun o 50 liralar.