20 Ekim, 2011

Tanrılar da Ağlar ~Davet~

Andaç'la konuşmuyoruz. İlkokula giden küçük kızlar gibi birbirimize kırılmamız -hem de sebep dahi yokken- bana çok saçma gelse de, sanırım onun oldukça mantıklı gerekçeleri var ki, aynı sitede oturmamıza rağmen iki hafta boyunca görüşmememizi sağlamayı başardı. Dersaneye gidip gelirken dahi karşılaşmıyorum onunla. Bir yanım onunla basketbol, bilardo oynamayı, halı saha mnçlarına gitmeyi özlerken bir yanım kısasa kısas mantığıyla kendimi aslında çok mutlu olduğuma inandırmaya çalışıyordu. Ama hayır işte, mutlu falan değildim ki ben. En yakın, tek yakın arkadaşım benimle konuşmuyordu, üstüne üstlük tanımadığım bir kıza aşık olmuş olabilirdim. Annem yurtdışındaydı, babam şehir dışında, kardeşim babaannemde kalıyordu ve ben dersanedeki tüm günümü yalnız başıma soru çözerek geçirmem yetmiyormuş gibi evde de yalnızdım. Hal böyle olunca, iki hafta boyunca zorunluluk dışında iletişim kurduğum tek kişiye, kitabın arasından çıkan notun sahibine yönelttim düşüncelerimi. Kimdi, neden böyle bir not yazma gereksinimi duymuştu? Acaba o da neden benim nota cevap yazdığımı düşünüyor mudur ve en önemlisi Andaç'ın tahmin ettiği gibi bir bizim yaşlarımızda biri midir soruları en yakın arkadaşı kalemi olan bir şair defteriyle arasındaki bağ gibi, daima yanımda taşıdığım yegane fikirlerdi.

Ve bu fikirlerin cevapları karşıma hiç beklemediğim bir şekilde çıktı.

Efsane'nin -O'ndan bahsederken ismini kullanabilmek büyük keyif- babamın eski bir arkadaşının kızı olduğunu öğrendikten sonra, babamla aramı ne kadar iyi tuttuğumu görmek annemin gözlerini yaşartıyordu. Bir istediğini iki etmiyor, sigarasını almaya nazlanmadan gidiyor, meyve soymayı dahi kendim teklif ediyordum. O ise bu davranışlarımın altında bir çıkar değil, aklı başına gelen bir oğulun geç kalmış pişmanlığına ait emareler görmek istiyor ve öyle de yapıyordu. Oysa ben karnımdaki ağrıyı sekiz gün sonra dersane çıkışı babamın şirketine yaptığım bir ziyarette -aramı iyi tutma yöntemlerimden biri de bir haftada yaptığım onlarca ziyaretti- söyledim.

Girişinde fazla büyük puntolarla soyadımızın yazdığı aile şirketinin döner kapısından girerken ayaklarımın artık beni alıştırdığı, danışmadaki çalışanların kanıksadığı, babamın sekreteri Ayça Abla'nın bir şeyler söylemek yerine gülümsemekle yetindiği birkaç dakikalık yürüyüşümü bitirdikten sonra deri kaplı kapıyı itip babamın odasına girdim; tabi bu arada yüzüme şipşirin bir gülümseme kondurmayı ihmal edip, bir çuval inciri mahvetmedim.

Babam bilgisayarının başında oturmuş kah ekrandaki işlerini kontrol ediyor, kah önündeki evraklarla ilgileniyordu. Dedemden kalan bu şirket onun için bir hayat garantisi olmuş, küçük yaşlardan beri ne yaşıtlarının -şu anda benim çalıştığım gibi- sıkı ders çalışmalarına, ne de para sıkıntısı çeken insanlara anlam verebilmiş. İzole edilmiş dünyasında büyümüş Avrupai bir yeşilçam züppesi olduğu saçından giyimine, konuşmasından mimiklerine, onu oluşturan her detaya adeta is kokusu gibi sinmiş. Çocuklukta üzerine yapışan o ukalalık ve izlerini halen görebileceğiniz serserilik, dedemden kalan yüklü servetten daha çok babamın imzasını taşıyor diyebilirim.

Odası da ruhundaki bu çalkantı ve rahatlığının izlerini mimar oluşunun getirdiği özel bir zevksizlikle birleştirmiş, sürrealistin tam tanımı olma özelliğini taşıyordu. Odadan içeri her girişimde gözüme ilk çarpan detay normalde fazlasıyla geniş ve dikdörtgen olması gereken odanın fazlasıyla geniş ve elips oluşudur. Babam neden böyle bir değişime gereksinim duydu, dikdörtgen bir oda onu mutsuz mu ederdi, bu mimarlıkta etik midir, hiç bilmiyorum. Fakat bildiğim bir şey varsa o da odadaki tüm koltuk takımlarının -iki adet. biri deri biri süet-, toplantı masasının -işlemeli sandalye başlıklarına sahip, on bir kişilik- başkana ait masanın ve enfes manzaralı döner sandalyenin el yapımı olduğudur. Tam bir görmemişlik timsali olan bu odayı, altın yaldızlarla kazınmış ve babamın şahsına ait her kartta yazan iki satır tamamlıyor: "Tekin Sezer, Yönetim Kurulu Başkanı"

Tüm bu iç sıkıcı detayları bir kenara bırakıp babama gözlerimi çevirdiğimde babamın geldiğime pek de şaşırmış olmadığını görüyordum. Bunda, gittikçe sıklaştırdığım uğramalarımın katkısı vardı sanırım.

- Çağrı, hoşgeldin oğlum. Yemeğe çıkmak için ben de seni bekliyordum.

Ardından öyle imalı güldü ki, birden geliş amacımı biliyor sandım, yine de cazip yemek teklifini aşırı bir heyecanla kabul ettim.

Yemek için fast-food yiyecekler bulabileceğimiz şık ama ucuz bir yere gittik. Siparişlerimi beklerken yavaştan konuya girmenin vakti olduğunu düşünüp, herhangi bir garsonun içecekleri getirip konuşmayı bölmesi ihtimaline mahal vermeden kelimeleri aceleyle peşpeşe sıraladım.
- Baba, bugün yolda Tarık Bey'i gördüm.
- Hangi Tarık Bey'i?
- Tarık Erduman'ı.


Babamın bu ismi çıkarması için biraz salata yemesi, kolasından bir yudum alıp pidesini iyice çiğneyerek mideye indirmesi gerekti.

- Ha şu Tarık. İyi çocuktur ama akıllıca oynayamadı kartlarını. Yazık oldu.
- İyi miydi aranız?
- İflas etmeden önce evet. İflastan sonra silindi buralardan. Doğal seçilim deniyor buna. Güçlü olan hayatta kalır, diğerleri elenir.

Onu hiç rahatsız etmeyen bu gaddar sözleri duymamazlıktan geldim.

- İyi bir eski dost yani?
- Evet dedim ya Çağrı.
- Madem eski bir dost, bir yemeğe çağırsak mı? Yakınmışsınız hem? Andaç'ları da çağırsak?


Babamın karnının doymaya başlamasıyla kızaran yüzünün tepkisizliğinin yanında, sükunetiyle sesim gittikçe kısılıyordu. Gelen yemeklere hiç dokunmadan birkaç patates kızartmasını ağır ağır çiğneyerek, vereceği tepkiyi yüreğim ağzımda olmasına rağmen dışarıya sakin bir imaj çizerek bekledim.

- Uzun zamandır görüşmedik, tuhaf olur.
- Bence olmaz.

- Söylesene, sen neden bu kadar çok ilgileniyorsun Tarık'la?


O an babamın gözlerinin içine bakıp bir karar vermem gerekti. Benim misafirlik teklifime tamamen karşı olan ve Tarık Erduman'a bu kadar soğuk yaklaşan babamı tek bir şey ikna edebilirdi, ben de onu yaptım.

- Kızı lazım bana.


Bu kadar saçma bir cümleyi hayatımda ikinci bir defa kurduğumu zannetmiyorum. Fakat emin olduğum bir şey var ki babam benim kastettiğim anlamı olabilecek en yanlış şekilde anlayıp dolu olan ağzındakileri zorla yuttuktan sonra büyük bir kahkaha attı. Neyse ki tek kelime sormadı bu utanç verici andan sonra, zira ben karşısında yanakları Amasya elması kıvamında oturuyordum.

- O zaman başka. Ayarlarız bir şeyler.

Sağolsun, sözünde durdu. Yemekten hemen sonra, ofise döndüğümüzde ilk işi Tarık Bey'in numarasını sekretere buldurtup aratmak oldu. Telefon uzun uzun çaldıktan sonra aralarından birbirlerini hayırsızlıkla suçlamak temalı bir diyalog geçti ve babam ilk adımı atan eski dost havalarında, Erduman ailesini reddetmeye imkan dahi tanımayan buyurgan bir üslupla yemeğe çağırdı. Bu camiayı özlemiş biri olan Tarık Erduman'ın da zaten teklife icabet etmemek gibi bir düşüncesi yoktu. Alan razı satan razı bu görüşmede babam özellikle ailece gelmelerini, çocukların ve eşlerin kaynaşmasını istediklerini vurgulayarak bana bir göz kırptı. Babamla bir sırrı paylaşıyor olmak oldukça rahatsız edici olsa da gülümsemek zorunda kaldım. Gerekli gereksiz her yerde önüme getirdiği her imadan sonra yaptığım gibi..
Şirketten, iki gün sonra, yani cuma gecesi Erduman'larla bir yemekte olacağımız düşüncesiyle çıkarken yürümüyor, koşmuyor, adeta uçuyordum. Hatırladıkça üzüldüğüm tek burukluk Andaç'la aramız iyi olmadığı için bu sevincimi paylaşamayacak olmamdı. Zaten babam yemeğe çağırmamızı da gerekli görmüyordu. "Çağrı seni tanıyorum, Andaç zibidisi o kızı ne yapar eder tavlar, sen üçüncü şahıs olduğunla, biz Erdumanlar'a ziyafet çektiğimizle kalırız." diyerek bana hakaretle karışık bir iyilik etmişti.

O gece annemin "Erdumanlar da nereden çıktı şimdi" söylenmelerini duymamaya çalışarak, Efsane'yle tanışmak için en güzel yolu bulduğuma kendimi ikna ederek, aklımı çokça severek uyudum. Ertesi gün, yemek hazırlıkları başlamıştı.

Annemin yardımcılara verdiği talimatlar doğrultusunda önce temizlik tamamlandı, sonra ayak altında dolaştığım için bana fırça atıldı, ardından yemek işine girişildi. Yemek kokuları mutfaktan odama sızmaya başladığında sahil kenarına inip biraz yürüyüş yapmaya karar verdim. Belki bu şekilde akşam için kendimi hazırlayabilirdim.

Fakat ne mümkün! Bir buçuk saat, ayaklarımın tabanı sızlayana kadar, kulaklıklarım hariç tek başıma yürümelerim hiç fayda etmedi ve ben annem telefonumu çaldırdığında hâlâ heyecanımı yenememiş vaziyetteydim. Annemin telefonu çaldırması eve gitmem ve meyveleri almam için bir işaretti. Dolmuşa atladığım gibi sinirleri zıplamaya müsait annemin isteklerini yerine getirmek üzere önce eve ardından markete doğru yola çıktım. İlk iş olarak sabahki söylenmelerini unutması için annem için bir demet çiçek yaptırdım, ardından siparişleri aramaya koyuldum. İki kilo ahududu, altı adet ananas, üç kilo kivi ile eve dönerken bütün bu otantik meyvelerin eski zengin Erdumanlar'a karşı yapılan bir nispet olduğunu seziyordum. Annemin bu gösteriş merakına market market dolaşıp ananas bulamazken söverken saatin oldukça geçtiğini ve yedi buçuğa yelkovanın dayandığını babam aradığında farkettim. Misafirlerin geldiğini, çabuk olmamı söylüyordu. Zaten gerisini pek duymadım. Misafirlerden sonra eve girmek nefret ettiğim bir şey iken misafirlerin gizliden gizliye hoşlandığım kız olması ayrıca fenaydı. Peşimde on kaplan gücünde üç köpek varmışçasına hızla eve koştuğumda, kendimi bu kadar leş gibi terlettiğim için pişmanlık duymanın yanı sıra nefes nefese kapı çalmanın da pek şık olmadığını aklıma getirdim. Fakat olan olmuştu ve elim zile dokunmuştu. Annemin kapıyı erkenden açması için dualar ettiğim sırada kapı Efsane tarafından açıldı. Öyle güzeldi ki onu hiç beklemediğim bir zamanda karşımda görmek.. Genelde takip etmeye, gizli gizli izlemeye alışık olduğum için tuhaftı nezih bir ev ortamında güzel kıyafetlerle, dünya gözüyle görmek. Giydiği askılı mor elbisenin eteği bir balerin eteğini andırıyor, en az bir balerin kadar zarif olan Efsane'yi her zamankinden göz alıcı yapıyordu. Açık kahverengi saçları askılı elbisesinin açık bıraktığı omuzlarına dağınıkça dökülürken, bana diktiği gözlerindeki belli belirsiz makyaj gözlerinin yosun yeşili olduğunu ortaya çıkarıyor, hafifçe nemlendirilmiş dudaklarında o tanıdık gülümseme yüzündeki en önemli eksiği, ona çok yakışan mutluluğu tamamlıyordu. Ben onu böylesine derin incelerken o ise gözlerini elimdeki çiçek buketine merakla dikmişti. Kısa bir anlık tereddütün ardından dayanamayıp ben de gülümsedim ve çiçekleri ona uzattım. "Senin için" Benim bu sözlerimin ardından yüzündeki mutluluğa kısa zamanlı bir şaşkınlık da eklendi; fakat çiçekleri alıp kokladığında sadece kocaman bir gülümseme vardı. "Çok teşekkür ederim, harikalar gerçekten." Onu böyle mutlu edebildiğimi gördükten sonra aklıma ister istemez Andaç geldi. 1-0 öndeydim işte, o çiçek almayı akıl edemeyecek kadar odunken, ben onu mutlu edebilecek kadar doğru kişiyim! Gerçi ben de annem için almıştım; ama orası küçük bir detay.

Aramızdaki bu kısa; fakat oldukça duygunun sığdırıldığını diyalogdan sonra ben mutfağa aldıklarımı bırakmak için yöneldim, o ise çiçeklerini ailesinin yanına bırakmak için misafir odasına geçti. Uzun süre koca koca insanlardan mutfağa kadar gelen "Ooo" seslerini duymamazlıktan geldikten sonra misafirlere bir hoşgeldiniz diyip odama, etrafı biraz toparlamak için geçtim. Fakat buna pek vaktim olamadan Efsane kapıyı çaldı ve içeri girdi. Gözlerimi onun aşina simasına kaydırdığımda beni dehşete düşüren bir şey gördüm ellerinde. Kütüphanede bizim o yabancıyla içine notlarımızı bıraktığımız kitaptı elindeki. Kütüphanedeki o kitap olduğuna eminim; çünkü onu öylesine detaylı incelemiştim ki, üzerindeki etiketlerin numarasından anlayabiliyordum. O andan itibaren yeryüzündeki bütün duyguları aynı gecede yaşadım.
***

16.01.2012
23.17
edit
Abiler her zaman haklıdır. İlk bölümde Çağrı ve Efsane'nin astsubay orduevinde hamburger yediğinden bahsetmişim; ardından babalarının ticaret sektöründe olduğunu yazdım. Bu kopukluk biraz tuhaf tabii. Aslen gençlerimizin babası holdingçilik oynuyor.

08 Ekim, 2011

Tanrılar da Ağlar ~Basketbol~

Andaç'la buluşmamızın ardından aceleyle eve gitmemin altındaki asıl amacı gerçekleştiremedim. En azından o akşam. Andaç'ın sözlerini kafamda evirip çevirdim. Kıllı ve yaşlı bir heriften gelen nota cevap verme ihtimali beynimi öyle kurcaladı ki, rüyamda gay yaftası yiyip beysbol sopasıyla dövüldüğümü görüyordum. Neyse ki sadece bir rüyaydı.

Kararsızlıkla ve içim içimi yiyerek geçirdiğim üçüncü günün sonunda soluğu kitabı ve içine yazdığım notu bırakmak için kütüphanede aldım. Görevlinin tüm ısrarlarına ve garip bakışlarına rağmen kitabı yerine kendim koymak istediğimi söyledim. Kısa süren bir inatlaşmanın ardından benimle uğraşmak yerine arka bahçede sigara içerek mesai doldurmak daha cazip gelmiş olacak ki, birkaç mırıldanmadan sonra beni yalnız bıraktı. Bense sözlerini ve kabalığını yaşlılığına verip kitabı özenle aldığım yere yerleştirmiş, dershanenin öğle arası gelenekselleşen kantin muhabbetlerine yetişmek için kütüphaneden hızla çıkmıştım. Benim çıktığım hızla kütüphaneye giren kızsa bana çarptığı halde geriye dönüp bakmamış, aceleci tavrıyla sinirimi bozmayı başarmıştı. İnsanlar arasında itilip kakılmaktan ve özür dilenmemesinden nefret ettiğimi düşünerek dershaneye yürüdüm, sıkıcı günlerimden birini daha geride bıraktım. Ders çalışmakla ömrün geçmeyeceğini, baba parasının da pekala yeterli olabileceğini dahi düşünecek kadar zavallı bir durumda, sınavdan, derslerden, okula gitmemekten, arkadaşlarımdan ve şehrimden bunalmış bir halde yaşamımı idame ettirmekteydim. Anlamını yitirmiş nesneleri sadece yazarken, boyalı parmaklarımı kağıt üzerinde gezintiye çıkarırken tam anlamıyla rahatlıyordum. Bu günlüğü yazma amacım da aşık olduğum kızı anlatmak kadar yaşama amacımı kendime hatırlatmaktı. "Şimdi kağıtların üstünde gidip gelen ellerim titremez artık, yolunu bilir şimdi." Ben zaten yazacaktım, anlam katan nadide bir unsur oldu bu aşk sadece. Öyle bir aşk ki, saçlarına, yürüyüşüne, dokunuşuna, bakışlarına, parmaklarına, tırnaklarına, kaşlarına, duygularına, duygusallığına, kalbine aşık oldum. Pek zor bir durum bu duyguların tümüyle birden baş etmek; ama olmak zorunda.

Esasında, notu sadece eğlence amaçlı yazmıştım. Karşımdaki insanı asla tanımayacağımı düşündüğüm için öylesine rahattım. Normal zamanda karakteristik özelliklerimden ötürü "Hiçbir şey bir gün çakışacak yollarımızdan daha garip olamaz. Saçlarının kokusunu burnumda hissedeceğim güne kadar, seni özlemle hatırlayacağım." yazmam, yazamam. Fakat bunu yapmış ve o kitabın arasına bırakıp koşar adımlarla suç mahallinden -kütüphane- uzaklaşmıştım. Bu tip fazla özgüvenli sözler ancak Andaç'tan beklenen şeylerdi. Ben her zaman umursamaz çocuktum. Oysa bu sözcükler bariz bir asılma, yavşama, her türlü argo söz öbeğini içine alan bir girişimdi. Sonradan anladım ki aslında onlar üçüncü gözümün, hatta dördüncü gözümün fısıldadıkları, Tanrı'nın yüreğime kondurduğu fikir tohumları ve uğruna savaşacağım amacımmış meğer. Bir gün gerçekleşmesine asla ihtimal vermediğim ve istemediğim bu olayın hayatımı etkileyeceğini içgüdülerim aslında çok önceden söylemiştir bana. Tam bir serseri olarak tabi ki ben bunu o zaman anlayamadım.

Akşamüzeri eve gelip annemi ve babamı pahalı kıyafetleri içinde, davetli oldukları bir resepsiyona giderken gördüğümde evde durmak benim içimden de gelmedi. Şortlu eşofman takımımı giyip basketbol topumu da alarak sitedeki basketbol sahasına herkesin evlerinde uyukladığı bir zamanda indim. Pota ile buluşan topun çıkardığı ses ritmik görüntülerle birleşince kafamı rahatlatan bir meditasyona dönüşerek fikirlerimi kafamdan atmamı, tilkileri düşüncelerimden kovmamı sağlıyordu. Sahadaki tok sesler etrafıma kuş dahil hiçbir canlının yaklaşmasına mahal bırakmıyor, uzun zamandır ders çalışmak dışında elde edemediğim yalnızlık ve güven hissini veriyordu. Havuzun ışıklarıyla aydınlatılan gecede, tüm kötülüklerin anası olan karanlık benim annemde dahi bulamadığım şefkati barındırıyordu. Saatler gece yarısına dayandığında bana adım adım yaklaşan kişiye döndü gözlerim. Andaç'tı gelen. Şaşırmadım gelişine. Bir yanım onu en başından beri bekliyordu.

- Delirdin mi sen bu saatte, gidip yatsana. Yarın dershanen var.
- Kafam bozuk.
- Şöyle ergen ergen takılma bana. Git yat.
- Çok istiyorsan sen gidersin.

Uzun uzun, tek söz etmeden baktık birbirimize. Kavga edeceğimizi zannettim, onun yerine topu elimden alıp potaya bir ikilik attı. Girmedi. Ben de denedim. Başarısızdı. Yarım saat boyunca canla başla, sanki aramızdaki konunun çözümü atacağımız sayılara bağlıymışçasına maç yaptık Andaç'la. Berabere bitti. Yorgunluk dayanılmaz dereceye ulaştığında saha kenarındaki banka oturup terlerimizi silmeye başladık. Söze başlayan o oldu. Ben hâlâ bir çocuk kadar kırgındım ona. Sebebini dahi bilmeden..

- Seni daha önce bu kadar hırslı görmemiştim.
- Kafam bozuk demiştim.
- Ne oldu?
- Notu bıraktım. Kitaba. Kütüphanedekine.
- Ee, bu depresyona girmen için bir neden değil.

Sözlerindeki suskunluğa binaen anlatmak isteyip anlatamadığım tüm detayları döktüm ortaya. Broşür dağıtıcısı kızdan başlayıp kütüphanedeki görevlinin sözlerine, ailemle olan sorunlarımdan sınav stresime kadar içimden o anda geçen her şeyi anlattım. Anlattıkça rahatladığımı hissediyor, vadesi dolmuş bir balonun patlama sınırında olduğumu yeni yeni fark ediyordum. Sözlerimi bitirdiğimde uzun bir sessizlik oldu aramızda. Sanırım ikimiz de düşünüyorduk.

- Boşluktasın. Bir şeylere ihtiyacın var. Sevmeye. Kimi olursa.
- Aynen öyle.
- Bir kedi falan al. Ne biliyim, kuş besle, köpek besle. Seveceğin kişi bir insan olmak zorunda değil.
- Aşık olmak istiyorum.
- Olmuşsun zaten. Broşür dağıtan kıza. Fark etmiyor musun?
- Fark etsem neye yarar? Bir daha görebilecek miyim?
- İstersen neden olmasın? O kızı biliyorum. Geçen gün yanımda olan kız değil mi?

Sessizlik. Ardından Andaç'ın kahkahası.

- Çağrı yoksa sen bunun için mi kızgınsın bana kaç gündür?

Ardından yine sessizlik. Ve Andaç'ın sönen kahkahası.

- Anladım, hoşlandığın kızı her türlü oyunla elde ettiğimi düşündün sırf o gün birlikte yürüyoruz diye. Bak bunu bir kere söyleyeceğim bir daha asla açmayacağım konuyu. Öncelikle bir derdin olduğunda benimle paylaş, sor bakalım neymiş işin aslı. O kız var ya, babası şu bizim pederin inşaat sektöründe oldukça tanınırdı. Parayı tuvalet kağıdı niyetine kullanırlardı ailece. İki nesil sülalesine bakacak parası vardı adamın bankada. Sonra-

Pür dikkat onu dinlediğimi görüp gülümseyerek konuşmaya devam etti. Oysa benim içimde bir şeyler kopuyordu ağzından çıkan her sözle.

- Sonra bir dolaplar çevirmiş bu herif, iflas etti. Nesi var nesi yoksa aldılar elinden. Yatları, katları tuzla buz oldu. Eski kodamanlardanlardan yani. Zaten tanırsın sen de, Tarık Erduman. Erduman Holding yönetim kurulu başkanı.

Tanıyordum. Ülke basınını günlerce meşgul etmişti Tarık Erduman'ın yurtdışına kara para kaçırmakla suçlanması, mahkemeleri, cezaları, birkaç aydan sonra hapisten çıkışı.. Bir yıl önce olmuştu bu olaylar. Ve unutmam imkansızdı. Tarık Erduman benim birebir tanımadığım, babamınsa yakın arkadaşlarındandı. Av partileri, jokey toplantıları yaparlardı. Fakat dediğim gibi ne kendisini, ne ailesini tanırdım. Zaten babam da adam düşüşe geçtiğinde onunla görüşmeyi kesmişti. En zayıf halkaydı Erdumanlar artık.

- İşte böyle. Adam koskoca holdingi batırdıktan sonra takdir edersin ki malikaneler yerine 100metre kare evlerde yaşamaya başladılar. Borçlarını temizlemekle meşgul hâlâ. Olan o kıza oluyor. Efsane'ye. Biraz olsun para kazanmak, babasına yardım etmek için yapıyormuş. Annesi avukattı, eve ocağa uğrayamıyormuş kadıncağız ekstra işlerden. Babasını suçluyor ölesiye. Ama yine de yardım etmeden yapamıyor. Zaten milyon dolarlık borcun altında ezilip kalırlar. Aç kalırlar yemin ediyorum. Öyle işte. Efsane uzun zamandır arkadaşım. Yanında olacak birine ihtiyacı var.

Duyduklarımdan etkilenmediğimi söylemem inandırıcı olmaz. Günlerdir düşündüklerim beni utandıran gerçekler olarak yüzüme vurmaya başlamıştı. Efsane hakkında da, Andaç hakkında da söylemediğimi bırakmamıştım. Sahi, Efsane ne güzel isim öyle.. Efsane.. Benim Efsanem demeye çok müsait. Keşke.. Ama, neyse.

- Üzücü şeyler bunlar. Çok şanslısın sen. Yanında olabildiğin, ona yardım edebildiğin için. Böyle bir şansın var en azından.

Manalı ve hayal kırıklığına uğramış bir gülümsemenin ardından yanımdan tek söz söylemeden kalktı Andaç. Sanki bu kadar kör olabilmeme şaşırıyordu. Bense her zamanki terkedilmişlik duygumla saat gecenin üçünde pahalı bir sitenin basketbol sahasının kenarında elimde topumla oturuyordum. Telefonum çalıp annemler eve çağırdığında tüm kızgın söylenmelerine kulaklarımı tıkayıp yatağıma gittim. Fazlaydı duyduklarım.

Sliwer: *kıps* En mantıklı fikir seninkiydi.

29 Eylül, 2011

Tanrılar da Ağlar ~Kütüphane~

Dersaneden arta kalan zamanlarımda yapmaktan en çok hoşlandığım şey askeri tesislerin ürpertici havasında kolamı yudumlarken biyoloji çalışmak.

Üzerimdeki baskıdan dolayı derslerin beni bunalttığını, kendimi büyük bir sorumluluğun altında ezildiğimi hissettiğim günlerdi. Bu yıl kesinlikle üniversiteyi kazanmalı ve İstanbul'a yerleşmeliydim. Aileme sorarsanız bu olayı fazlasıyla abartıyordum. Onlara göre bu kadar sıkı bir tempoyla çalışmama gerek yoktu. Taban puanı almak ve sonrasında özel bir üniversitede baba parasıyla okumak da pekala bir yoldu. Oysa ben bunu istemiyordum. Bağımsız yaşamak istiyordum ve gerekirse bu yolda öleceğimi her dakika söylüyordum. Annemse her zaman tek bir cevap veriyordu. "Aman oğluşum, ağzından yel alsın."

Takdir ederseniz bu yoğunlukta hobilerime zaman ayırmaya fırsat bulamıyordum. Gitarımı haftalardır elime almamıştım. Bir filmi keyifle ve baştan sona seyretmemiştim. Kendi seçtiğim bir kitabı okumayalı uzun zaman olmuştu. Elimde avucumda kalan tek şey yoğun tempom ve bedenimde oluşturduğu gözler görülür yorgunluğa rağmen devam ettiğim basketbol antremanlarımdı.

İçine düştüğüm boşluk her manada öyleydi. Arkadaşlarımla eskisi kadar sık görüşemiyordum. Ailem kendi alemindeydi. Artık derslerden de bunalmıştım. Sınav desen nefesi ensemde... Bir değişikliğe ihtiyacım vardı. Arayış içindeydim. En kötüsü, bu boşluğu nerede ve kiminle doldurmam gerektiğini bilmiyordum. Ruhsal bunalımımı farkettiğim anda yeniden kitap okumaya devam etmem gerektiğini farkettim. Lisenin ilk yıllarında sürekli kitap okur, kendimi kahramanların yerine koyardım. Bu aktivite bile beni rahatlatmaya yeten bir tür meditasyon gibiydi. Her zaman ana kahraman olmazdım gerçi ben. Esas adam olmak her zaman Andaç'ın işiydi. Ben gırgır şamata ilerleyen lise grubunda muhabbetin ne içinde ne dışında, kenarda yürüyen genç olurdum her defasında. Yanımdaki arkadaşlarım benliğimi tam olarak dolduramadığı için sık sık caddedeki insanlarla göz göze gelir, manevi bağlar kurar, saniyelik aşklar yaşardım. Onlara geçmişler yazar, yaşanmışlıklar, kırgınlıklar ekleyerek yürürdüm yol boyu. Arada sırada arkadaşlarımın eğlenceli muhabbetlerine katılmayı da ihmal etmezdim tabi ki. Fakat cadde halkı tarafından dirseklerime kadar katlanmış gömleğim, salaş saçlarım, saçlarımı kestiriş biçimim, kirli sakalım, hatta çantamı taşıyış şeklimle dahi tam bir ortam çocuğu gibi göründüğümü düşünürdüm hep. Kim bilir, belki de sadece benim kuruntumdur.

Lafı uzattım iyice. Altı üstü kütüphaneye gitmek için toparlandığımı ve kendimi yağmurun çiselediği caddeye attığımı söyleyecektim. Soğuktu; ama ben çok fazla üşümüyordum. Zaten ben fazla üşümezdim ki. Sadece gerçekten soğuk olduğunda. Atkı mevsiminde yani. O zamanları çok severim. Rengarenk olur herkes. Çeşit çeşit atkıları, eldivenleriyle doldururlar okulları, sokakları. Renkleri sevdiğim içindir belki kışı sevmem. Çünkü ben genel kanının aksine kış aylarının gri değil, gökkuşağı renkleri ile dolu olduğuna inanırım.

Yüksek tavanlı kütüphanenin saman kağıdı kokan havasını soluduğumda duvardaki ısıtıcı sayesinde içerideki havanın kırıldığını farkettim. Sakince kahvelerini yudumlayıp kitap sayfalarını karıştıran okuyucuların yanında geçip raflara, kitap seçmeye ilerledim. Klasiklerden okumak istemiyordu canım. Eğlenceli şeyler arıyordum. Kişisel Gelişim kitaplarını da sevmezdim, hayatım boyunca bir tane kişisel gelişim kitabının bana yeteceğine inanırdım. Ne de olsa hepsinin ana fikri inanmaktı. Ben de inanırdım kimi şeylere. Renklere inanırdım, en çok da yeşile. Kahve kokusuna, künefenin tadına, kaloriferin sıcaklığına, yorgunluğa.. Gözlere inanmazdım ama. Sözlere bazen. Kitaplara hiç. Benim doğrularım hiçbir zaman kitaplarla örtüşmedi. Ne vakit öyleymiş gibi davranmam gerekse, rolümü iyi oynadım. Bu yüzden hayatımda en çok tiyatroya inandım. Fakat rol yapmaya inanmadığım için sadece izlemekle yetindim. İzlerken iyi izledim ama. Ağlayarak, en çok da gülerek... Lakin asla düşünmem. Kafamı dinlendirmek için izledim çünkü. Sadece bunun için.

Sevdiğim birkaç yazarın rafına gitti elim alışkanlıkla. Düşünceli bir gündü. Uzun olacağı da kesindi. Çabucak kitabı seçmek, eve gitmek ve uyumak isteğiyle yanıp tutuşuyordum. Kitaplara göz ucuyla bakıp ismini beğendiğim bir kitaba attım elimi. Kayınbabamın Bavulu. Yazarı daha önce duymamıştım. Duymam da gerekmezdi nasılsa. Danışmada kitabı onaylatıp otobüse bindim, kitabı açıp okumaya başladım. Sıkıcı bir başlangıcı vardı. Eğlenceli bile sayılamazdı. Okuyorsam tek nedeni buram buram yayılan acının kokusuydu. Yazar sanki harfleri döverek, kelimelere işkence ederek bitirmişti romanını. Soyut acıları somut yaşamış sanki, sebebi yine kendisi olduğu halde nefret etmiş üzülmekten. Ergenlik bunalımı denilen olayın tam ortasında olduğu için ilgimi çekti bu gözyaşı yüklü yaşam. "Bu kitabı intihar etmeden bitirsem iyi." diyerek kapadım kapağını. Sayfalarına şöyle bir göz atarken gözüme bir kağıt parçası takıldı. Kimin neyi unuttuğunu merak edip aldım elime. Şaşırdım. Bu sefer her zamankinden farklıydı. Hatta çok farklıydı. Duygusal bir günde karşıma çıkması oldukça tehlikeli bir kağıttı... "Bu Ne kadar tuhaf, değil mi? Bu kitabı bir süre önce ben okuyordum. Sayfalarında izlerim var, her satıra takıldı gözüm, elimin kokusu sindi yapraklara. Şimdi ise sen tutuyorsun benim dokunduğum bu sayfaları elinde. Başmbaşka hayatın, anıların, pişmanlıkların, mutluluklarınla.. Kim olduğumu bilmediğin halde birkaç günümü geçirdiğim bu eşyayla şimdi sen birliktesin. Garip değil mi sence de? Bence çok garip..." Garip, evet. Kitapların içine bırakılan notlar olması garip. Benim bulmam garip.. Böylesinne etkileyici bulmam da... Kafama takılmış notla eve gittim, notu da, stresimi de unuttuğum derin bir uykuya daldım. Öyle derindi ki, ertesi gün uyandığımda saat 10'du. Dersaneye geç kalmıştım. Annem briç oynamak için bekar arkadaşlarıyla buluşmaya gitmişti. Babam birkaç gün önce çıktığı seyahatten dönmemişti anlaşılan. Kardeşim vardı evde. Bir de dadısı. Şarkı söyleyerek çizgi film izliyorlardı. Sessizce kapıdan sıvıştım, Andaç'la buluşmak için Kahve Bahane'ye gittim. Her zaman geç gelmeyi alışkanlık edinmiş arkadaşımı beklerken kütüphaneden aldığım kitabı okumaya devam ediyordum. Şeytan tüyü gibiydi bu kitaptaki. Okumak istemiyordum. Sıkıcıydı çünkü. Ama merak ediyordum. Ne kadar üzüldüğünü, ne kadar üzülebileceğini, sınırlarını görmek istiyordum. Yazarın acılarınının en yoğun vaktinde geldi Andaç. Karşımdaki sandalyeyi çekip aceleyle yerleşirken dışarıdan soğuğu getirmişti. Ellerini ovuştururken bir yandan konuşuyordu.

- Vay, yine başlamışız okumaya. Uzun zaman oldu seni bir kitap okurken görmeyeli.
- Biliyorsun sınav falan..
- Peki peki bir şey demedim zaten. Ee, anlat ne var ne yok?

Sorusuna cevap vermem yanımıza gelen garsondan dolayı kesintiye uğrasada, iki kahve siparişimizin ardından söz sırasını almıştım.

- Garip bir şey oldu Andaç. Kütüphaneden bu kitabı aldıktan sonra içinden şu notu buldum.

Özenli el yazısıyla süslü, kitabımın içinden çıkan sürpriz misafir kağıdı Andaç'ın ellerine bıraktım. Pis bir gülümsemeyle okudu yazılanları. Okumayı bitirdiğinde şen bir kahkaha attı.

- Oğlum ne adamsın lan, senin gibi farklı tip insanlar buluyor seni.
- Ne alakası var şimdi? Belli ki nostaljiden hoşlanan bir ihtiyar yazdı.
- Sana bir şey söyleyeyim mi, insanları azıcık tanıyorsam bu yazı yaşlı bir ninenin işi değil. Belki lise, belki üniversite, ki bence üniversite, öğrencisi bir kızın yazısına benziyor.
- Hadi lan oradan, sen kim, insanları anlamak kim?

Sözlerim ağırına gitmiş olacak ciddi bir tavır takındı yüzüne.

- Ben bilmem Çağrı. Haklı çıktığımı anladığında açarsın konuyu tekrar.
- Hadi ama, asma yüzünü inanıyorum sana. Ne yapmalıyım sence?
- Bir şey yapmana gerek yok; ama eğer istersen bir cevap yazabilirsin. Eminim notunun alınıp alınmadığını kontrol edecektir.
- Öyle mi dersin?
- Valla öyle.

Kahvemizi içtiğimiz sürenin geri kalanında onun hayatından, basketboldan, derslerden, kaygılardan bahsettikse de aklımda tek bir şey vardı: Bir an önce eve gidip bulduğum nota karşılık bir cevap yazmak. Yarın ise ilk işim kütüphaneye uğramak olacaktı. Gece gördüğüm rüya bu konudaki en büyük destekçimdi. Notu bırakan alımlı kızla -üniversite çağında, fıstık gibi tabir edilen bir ablaymış meğer notun sahibi- mutlu bir birliktelik yaşıyormuşuz ...

24 Eylül, 2011

Tanrılar da Ağlar ~Andaç~

Normal bir zamanda sokakta dağıtılan el ilanlarına yanaşmaz, birkaç metre öteden dağıtıcıları gördüğümde yolumu değiştirip adımlarımı sıklaştırırdım. Birkaç adım sonra çöpe atacağım kağıtlar hiç mi hiç ilgimi çekmiyor, reklamlar bende etkisini gösteremiyordu. Gel gör ki son birkaç gündür ders çalışırken bile aklımın bir köşesini daima meşgul eden o kızın verdiği kütüphane reklamını günlerdir nereye gitsem yanımda ayırmıyor, motive olabilmek için dahi ona bakıyor, bir daha karşılaşabilmenin hayaliyle tutuşuyordum. XX. yüzyıl aşıkları gibi onu evine kadar takip edip adresini öğrenmek, gün aşırı çiçek, ara sıra mektup yollama isteğimi bastırmakta zorlanıyordum. Etütlerle dolu olan dört gün boyunca kendi sesimi ve düşüncelerimi dinledikten sonra ne yapmam gerektiğine kısa süreli bir çözüm bulmuştum. Bana o ilanı verdiği caddeye tekrar gidecek, en azından orada olup olmadığına bakacaktım. Kaybedeceğim bir şey yoktu, dersaneme yakındı ve eve gidiş yolum üzerindeydi. Sadece bir kez daha görmek yeterliydi hem de..

Oysa öyle olmadığını dehşetle farketmem, ders çalışmadığım zamanların tamamında broşürü incelediğim, elimde oynadığım broşürün ne kadar yıprandığını farkettiğim günün ertesinde oldu. Beşinci gün sabahında her zamanki gibi hazırlanıp dersaneye danışmalarım için gitmiş ve yoğun bir fizik, kimya, biyoloji çalışmasından çıkmış hedefime doğru büyük adımlarla ilerlerken kalbim onu görme ihtimalinin heyecanıyla, görememe ihtimalinin kırgınlığıyla fazla mesai yapıyor, beynimdeki tilkiler kuyruklarını havaya dikmiş bir oraya bir buraya koşuşturuyordu. Yol uzadıkça ve adımlarım hedefine varmakta geciktikçe sinirleniyor, stres yetmezmiş gibi sırtımdaki çantayı yere atıp paralama isteğiyle de baş etmek zorunda kalıyordum. Onu tam da görmeyi plandığım yerde, eski yerinde bulmak yüzüme bir gülümseme yaydı. Onunla ilgili çok şeyi, nerede bulabileceğimi, hangi mekanları sevdiğini bildiğim hissine kapıldım doğru olmadığını bile bile. Bu güzel hissin verdiği sıcaklık ve neşeyle yanına gidip bir broşür daha aldım, teşekkür edip gülümseyerek yanından ayrıldım. Arkamdan o yumuşak sesiyle bir şeyler mırıldandığını duymuştum; fakat kelimelerin kulağıma gelişi çok net olmamıştı. Zaten ne söylediğinden çok, benimle konuşmasıydı önemli olan. Ben o gün ondan altı broşür daha almıştım. Belki farketmişti, belki etmemişti. -ki bence etmişti- Yine de eve döndüğümde eskisinden neşeli olacağıma emindim. O, broşürlerini bitirip yüzünde rahatlamış bir ifadeyle gözlerini saatine çevirdiğinde ben de zamanın ne kadar geç olduğunun farkına vardım.

Kırtasiyelerden birinden tüm dersler soru bankası alıp dolmuş durağına yürürken Andaç'ı gördüm. Her zamanki kural tanımazlığıyla salına salına yürüyordu. Andaç benimle aynı yıl doğmuş olmasına rağmen okula bir sene geç yazılmış olmanın bedelini ödüyor, lise son öğrencisi sıfatını taşıyordu. Gri okul pantolonunun üzerine giydiği gömleğin etekleri dışarıda, bir eli sırtında, ceketini adeta LCW kataloğundaymışçasına tutuyor, diğer elini her zamanki alışkanlığıyla cebine sokmuş yürüyordu. Dışarıdan gördüldüğünde tam bir kasıntı olduğu ve artistik görünmek için özel çaba harcadığı düşünebilir, onu tanımaya ilk başladığımda ben de öyle düşünüyordum; fakat zamanla onun aslında böyle biri olduğunu ve böyle kabullenmem gerektiğini anladım. Andaç'la özel lisede tanışmış, dör yıllık arkadaşlığımızı ben mezun olmama rağmen kesintiye uğratmadan devam ettirmiştik. Zengin adamların çocuklarıydık o lisede okuyan züppeler olarak. Ama parasına en çok güvenen Andaç'tı. Zengin züppesi dedikleri ve concon tabir ettikleri adamlardandı anlayacağınız. Şehrin en popüler ve yaramaz çocuğu olarak bilinirdi; çapkına çıkan adını ne yapıp ettiyse de düzeltememişti. Kızlara hiç acımaz, sıkıldığı zaman bir mesaj atıp ayrılırdı. Geçmişinde babasıyla ilgili çok sıkıntı çekmişti ve bunları kızlarla oynayarak atardı. En azından benim emin olduğuna inandığım fikrim bu yöndeydi. Yeri geldiğinde babasını dahi satmaktan çekinmese de, en şiddetli kavgalarımızda dahi alttan alan taraf olmuştu. Neden bilmiyorum, koruma içgüdüsü hissediyordu bana karşı. İşime gelirdi doğrusu.

Birkaç haftadır benim sınav hazırlığım, onun dersleri derken oturup bir şeyler içmeye vakit bulamamış, anlatacak şeyleri biriktirmiştik. Bu karşılaşmayı fırsat bilip şu kızı anlatıp fikrini alacakken, yalnız olmadığını gördüm, biraz yavaşladım. Daha önce Andaç'ın yanında gördüğüm biri olmadığına emindim. Düz saçları omuz hizasında küt kesilmişti. Vücuduna tam oturan gömleği ve eteği olmasa dahi hissedilebilecek şekilde lise öğrencisiydi. Tanıdık geliyordu ama Andaç vasıtasıyla tanışmadığımız kesindi. Belki doğumgünü ya da... O anda tanıdık gelen bu simayı nereden tanıdığımı farkettim. Şehrin en züppe çocuğu ve benim en yakın arkadaşım olacak denyo şu anda benim broşürünü saatlerce okuyacak kadar saf duygularla beğendiğim kıza gülerek bir şeyler anlatıyor, sokağın başından farkedildiğine emin olduğum kahkahalarla kulaklarımı tırmalıyordu. Ya şu anda gidip Andaç'a iyi bir sövecektim, ya da sessizce evime dönüp yeni kimye testlerimi çözmeye başlayacaktım. Yapılması gereken bu iki seçeneği de yapmadım. Andaç'ın yanına gidip elimi omzuna koydum.

-Andaç naber ya?

Sesin geldiğin yöne kimliğimi tespit edebilmek için dönen arkadaşımın gülümsemesi beni görünce tüm yüzüne yayıldı, samimiyetinden zerre şüphe duymadığım tavrıyla konuşmaya başladı.

- Oo kimleri görüyorum. Oğlum ben iyiyim de asıl sen nasılsın, bir sınavdır tutturdun.
- Ne olsun işte uğraşıyoruz daha. Görüşelim derim ben, bir daha ne zaman böyle müsait oluruz kim bilir?
- Olur valla. Ben her zaman müsaitim sen kendini ayarla.
- Yarın sekiz onbeşte kahve bahane'ye gel. İki tavla atıp neşemizi bulalım.

Ben her zamanki erkek muhabbetini yapıp geçen haftanın en sansasyonel derbisinden ayaküstü bahsettikten sonra on beş dakikalık kısa konuşmamızı sonlandırdık. Biz konuşmaya başladığımızda ise Andaç'ın yanındaki broşür dağıtıcı arkadaş bizlere kibarca hoşçakalın dedikten ve bana bakıp gülümseyerek gittikten sonra biz de Andaç'la ayrılıp evlerimizde test kılıfı altındaki internet sohbetlerimize daldık.

Fakat benim içime kurt düşüren konu başkaydı. Andaç'ın o kızla arasında ne olabilirdi? Bunu soracaktım.

"Senin adını bir bilsem, sarılıp öpebilsem.."

20 Eylül, 2011

Tanrılar da Ağlar ~El İlanı~

Postane kapısında dakikalar geçmedi. Durduğum yerde üşümeye, birden üzerime gelen titremeye karşı koymaya çalıştım; lakin nafile. Eski yapılı ofisin dışında üzerimde uzun kollu hiçbir şey olmadan tiril tiril titrerken, içerideki birkaç saatlik eğlencemin sahibini istemeye istemeye de olsa terketmek zorunda kaldım. Adımlarım beni geri geri götürmesine rağmen eve doğru çekilen ayaklarım kalbime isyan ediyor, beynim elinde beyzbol sopasıyla ikisine de çemkirip birkaç saate o kızın saç rengini daha unutacağımı söylüyordu.

Lakin unutmadım.

Annemin benim için hazırladığı yemeği yemedim. Yüzümün solgun göründüğü söylemlerine itiraz ettim, odamda ders çalışacağımı söyleyip kendimi kitaplarıma verdim. Böylece gün boyunca dikkatimi tanımadığım bir kıza vermenin suçluluğunu atıp eksiklerimi, kaybettiğim saatler ve soruları kazanmaya odaklandım. Dikkatim dağıldığında onu kazanacağım üniversiteye, İstanbul'da sil baştan başlayacağım gençlik günlerime odaklanmaya çalıştım. İşe de yaradı. Başarı, devamı daima istenen bir şeydi; dolayısıyla uzun çalışma saatlerime ve yoğun programıma kendimi tekrar kaptırmam zor olmadı. Kaybettiğim bir yıla inat canla başla amacıma, üniversite planlarıma geri döndüm.

Döndüm; hatta ertesi gün arkadaşlarımla paintball oynamaya, biraz kafa dağıtmaya bile gittik. Nisan ayındaydık, hazirandaki sınava çok az bir süre vardı; öldürücü hızdaki çalışmalarım iki katına çıkmıştı. Mezun olduğum ilk yıl istediğim puanı belki ihmalden belki ciddiye almamaktan alamamış, ikinci yılımda kendimi kazanmaya odaklamıştım. Bunda ailemin, dersanedeki robokop rakiplerimin, ilk yılda üniversite kazanıp ağzımızın suyunu akıtan arkadaşlarımızın payı oldukça büyüktü ve onlardan öğrendiğim bir şey varsa, o da bu yıl bir kıza kafayı takmamaktı. Tahmin edileceği üzere ben bütün emeğimi bir kız uğruna yakmaya hazırdım. Üstelik o kızın cismi dışında tek bilgi yoktu kafamda. Zaten bir ay boyunca ara sıra aklıma gelen silüetini hatırlamak için kendimi ne kadar zorlasam da, tek hatırladığım saçlarının açık kahverengi oluşuydu. Otobüs aşkları kadar kısa sürmüştü. Sevinçliydim. Çalışmalarımın pembe hayaller, uzun telefon konuşmaları, ardı kesilmeyen mesajlaşmalar ve hatta kaprislerle bölünmesini istemiyordum.

Bu isteksizliğimin onu görmemekten kaynakladığı fikri, tesadüf eseri karşılaşmamızın ardından beni terketti. Günlerce, haftalarca onunla ilgili tek şey düşünmememin üzerine şehrin en işlek caddelerinden birinde onu okul eteğinin üzerine giydiği alelade tişörtle, terden nemlenmiş saçlarını aceleyle toplamasıyla, sırtındaki çantası ve elindeki broşürleriyle gördüğümde haftalar önceki ilk görüşmemizden daha şiddetli bir heyecan duyduğumu farkettim. İnsanlara gülerek el ilanı dağıtıyor, kimi zaman yanına yaklaşan üniformalı arkadaşlarıyla şakalaşıyor; ama otomatikman uzattığı ilanlarını dağıtmayı ihmal etmiyordu. Normalde dikkat etmediğim bu broşür dağıtıcılarından birinin o olduğunu farkettiğimde aramızda birkaç metrelik bir mesafe vardı ve o duraksamamı ilan almak istemiyor oluşuma yordu; ama aslında ilanlarının hepsini almak, eve biraz daha erken gitmesine, yorgun ve narin bedeninin benim payımla biraz olsun dinlenebilmesine yardım etmek istiyordum. Duraksadığımı, broşürünü almak istemediğimi, bir vebalıymışçasına ondan kaçacağımı düşündüğü an yüzündeki içten gülümseme solar gibi olsa da, yanına yaklaştığımda gözlerindeki parıltının büyüdüğünü görmek benim için yeterliydi. Kuşe kağıda basılı aslında hiç mi hiç ilgimi çekmeyen broşürü elime aldığımda gülümsemesine nazikçe karşılıp verip ilgilendiğimi belli eden, reklamı yapılan şirketin içeriğiyle ilgili birkaç soru sordum. Cevaplarını bildiğini zannetmiyordum; yine de elinden geldiğince cevap verdi. Birkaç saniye süren sohbetimiz bittiğinde teşekkür ettim ve içtenlikle, teşekkür edenin kendisi olduğunu söyledi. Artık gitmem gerektiğinde bir daha asla unutmayacağım gözlerine, çocuksu neşesiyle kıvrılan dudaklarına ve konuşurken takındığı tavra baktım. Kaçınılmaz son gelip çattığında iyi günler dileyip onun bulunduğu yerden uzaklaşırken arkama bakacak cesaretim dahi yoktu. Tek temennim bacaklarımın beni şu köşeden dönene kadar taşımasıydı. Onun görüş mesafesinden çıktığımdaysa en yakın kafede kendime bir kola söyleyip ilanı okumaya başladım.

17 Eylül, 2011

TANRILAR DA AĞLAR *Bölüm 1*

Gömleğime damlayan hamburger lekesinin ne derece belli olduğunu görebilmek için ayağa kalkıp pencerenin yanına gittim, ıslak mendille daha da büyüyen ıslaklığı boş gözlerle seyrettim. Murphy kanunlarını yaşamak en büyük hobim, talihsizlikleri mükemmel zamanlamayla denkleştirmek ise yeteneğimdi.
Karşı masadaki kitabına eğilmiş naif kızla gözgöze geldiğimiz gün en sevdiğim -en marka- gömleğime ucuz ketçap lekesi değmesi tadımı kaçırsa da, sakin olmaya gayret ettim. Su gibi saçları omuzlarından kitaba dökülen gelecekteki sevgilim -öyle olmasını umduğum için böyle söylüyorum- gözlerini, ne yazdığını öğrenebilmek uğruna tüm umutlarımı verebileceğim kitabın satırlarından bir an olsun ayırmıyor, el yordamıyla ısırdığı hamburgerini ağır hareketlerle çiğneyip her iki lokmada bir yudum kola içiyordu. Bunları birkaç dakikalık bakışmayla değil, saatler süren izlemeyle öğrenmiştim. Yaklaşık üç saattir oturduğu askeri gazinoda önce bir Nogger yemiş, ardından içinde turşu, hamburger eti ve ketçaptan başka bir şey olmayan hamburgeri sipariş etmiş, kolasının yanına pipet rica etmişti. Ben ise kahvemi almış, yanına tatlı olarak ne siparişi vereceğimi düşünerek masama dönerken onu görmüş, yapılacak daha iyi bir işim olmadığı için her hareketini izlemeye başlamıştım. Aslında yapmam gereken şey üniversite hazırlık için biraz matematik çalışmaktı; ama bu sıcak yaz gününde, üzerindeki kolsuz tişörtüyle sakin bir şekilde kitabını okuyan ve ayracıyla serinlemeye çalışan kızı seyretmek ilgimi daha çok çekmişti. Sanırım benim hayran bakışlarım da gazinodaki diğer müşteri, asker ve hatta komutanların ilgisini çekmiş olacak ki, yanımdan geçen askerlerin iğneli dokundurmalarına maruz kalmaya başlamıştım. Ağızlarında bakla ıslanmasını umdum, zira eğer bu durum babamın kulağına giderse, kendi öz oğlunu zamparalıkla ilgili bilimum esprilere alet ederdi. Asker çocuğu olmanın en kötü yanı o saçma ve utandırıcı espriler karşısında bile çok eğleniyormuş gibi görünmek zorun olmaktır.

Kasadaki Ali abinin bakışlarımı doğrudan kıza doğrultmamam, yoksa farkedileceğim imaları ile ilgili el kol hareketleri üzerine çantamdan ygs hazırlık matematik kitabımı, silgimi, ucumu ve kalemimi çıkarıp rahat salınımlarla parmaklarımı sorular üzerinde gezdirmeye, kalemimi daha önce kapağını açmadığım kitabımda hızlıca gezdirmeye başladım. Kolay sorulardan başladığımdan kendimi bu ygs'cilik oyununa kaptırmış, yarım saat kadar kafamı kaldırmadan ve birkaç saattir tanıştığım kıza tek bir bakış atmadan test çözmüştüm. Yirmi sorudan sonra dağılan zihnimi toparlayamamış, bakışlarımı tekrar karşımdaki hasır koltuklarda oturan narin ve güzelden öte sıfatlara sahip kıza çevirmiştim. Göz rengini birkaç metre mesafeden anlayıp anlayamayacağımı ölçerken elindeki kitabı kapatıp etrafa kısa bir bakış atmasıyla toparlandım, kalemimle bildiğim en artistik şekilde oynamaya başladım. Beni görüp görmediğini bilmiyordum; ama görseydi mutlaka yanıma gelip tanışacağını, beni görür görmez aşık olduğunu, müsaade edersem ilk görüşte aşık olduğu bu adamla evlenmek istediğini söyleyeceğini falan umuyordum. Tabi o omuzlarından dökülen uzun saçlarını ensesi açıkta kalacak şekilde toplayıp kitabını çantasına yerleştirdikten sonra ağır ağır kapıya yöneldi. Onu bir daha görememek ve saçlarını koklamadan ölmek düşüncesi içime kocaman bir öküz gibi oturduğu için pılımı pırtımı toplayıp kasaya hesabı ödedikten sonra koşaraak peşinden ana yola çıktım. Biz içeride ağaçların altında hafif gölgemiz ve serin rüzgarımızla hayatın tadına varırken, dışarıda rüzgar pek rahatsız etmese de başlamış, karşımdaki adeta lady'nin yollarna kapanan dökülmüş yapraklar meydana getirmişti. Gözüme kaçan toprak parçalarını acıyla ovuştururken ne yapmam gerektiği konusunda kararsız kalmış, en sonunda en azından nereye gittiğini görmek istemiştim. Sevgilisiyle buluşurdu belki. Olsun, ben de bu şanslı delikanlının kim olduğunu öğrenir, belki bir sebeple kavga bile çıkarabilirdim. Aslında, belki yeniden karşılaşırdık diye adımlarımı sıklaştırmış, rüzgarlı hava ve ağır çantama karşı koyacak gücü kendimde bulmuştum.

Rüzgar saçlarını bir derece daha yumuşak göstermiş, kitap okurken kırılgan olan duruşu güçlenmiş, parmakları eteğini tutarken kolu çantasını omzunda sabitlemeye çalışmaya başlamıştı. Dersaneden dönüyordu bell ki. Belki de kurstan. Fazla makyaj yapmamıştı, yüzündeki tek fazlalık nivea hafif renkli nemlendiricilerdendi. Doğal kırmızılıkta dudakları bu şekilde karşı konulmaz bir yumuşaklık kazanırken, gözleri toprak ve rüzgardan rahatsız olmuş, beş dakika önce hüngür hüngür ağlamış edasıyla sulanmış ve kızarmıştı. Minik burnundaki kırmızılık yüzüne sevimli bir hava, parmaklarındaki soğukluktan dolayı cebine soktuğu elleri vücuduna korumasız bir görüntü vermişti. Benim kısa kollu tişörtle dolaştığım bu kavada üzerindeki mevsimlik montla dahi üşüyen bu canlı o tuhaf elektrikle beni kendine ve gittiği yere çekmeye devam etmişti. Postanenin kapısına geldiğimizde ise içeri girmemem gerektiğini düşünüp kapıda bekledim, bunu yaparken de, benim kısa takip maceramda telefonuma ısrarla gelen operatör mesajlarını silmeye koyulmuştum.
***
Eski yazdıklarımı okudum da az önce; çok farklı duygularım, çok farklı olaylarım varmış hayatımda. Tübitak'ı, öykü yarışmasını, Ankara'yı, İstanbul'u, hissettiğim mutluluğu anlatmışım. Sliwer, Sumi ve ben birbirimizi sık sık tagleyerek yazılarımıza devam etmiş, neşemizi paylaşmışız. Rp girince araya ne blog kaldı ne başka bir şey tabi. Değişti birçok şey. Çok sevdiğim bloguma da yazmak istemiyor canım. Dediğim gibi artık bloga o kadar aleni bir biçimde yazı yazabileceğimi de sanmıyorum. Gerçi ben böyle derim ama tübitak gibi bir olay yine olsun tüm detayıyla anlatırım. Ya da öykü yarışması kazansam sevindirik gibi anında görüntü yaparım buraya.

Ama buraya da anlatmasam kime anlatacağım? Bir de ben yeniden hikaye yazmaya karar verdim. Bir erkeğin gözünden bir kızı betimleme üzerine. Başlıyoruz.

07 Eylül, 2011

Kareas

Artık yalnızca Kareas ismini verdiğimiz, ortaokul arkadaşlarımla kurduğumuz grupla buluşunca bloga yazmak istiyor canım. Çok mutlu oluyor, çok şey anlatmak, sabaha kadar yazmak istiyorum. Çok eğleniyor, çok gülüyorum o sayılı dakikalarda. Öyle çok konuşulacak şey, öyle birikmiş anılar var ki, hangisinden başlayacağımızı bilemiyor; birimizin bitirdiği sözü alıp uzun sıkıcı sessizlikler yaşamadan, birlikte olduğumuz saatlerin azlığından şikayet ederek dağılıyoruz evlerimize.
Biz artık birbirimizin mutluluğuna şahit olamıyor, sadece anlatabiliyoruz. Mutluluğumuzu onlara da o anları yaşatmaya çalışarak anlatıyor, üzüntümüzü kısa mesajlarla paylaşıyor, telefonlarda uzakları yakın ediyoruz.

Sürekli gittiğimiz yerler, sürekli yaptığımız aktiviteler, rutinlerimiz, ilklerimiz var birlikte. Uzun yıllar oldu birlikte.Çocuk saflığıyla mutlu oluyorum onlarlayken. Kendimi onların yanında kendim gibi hissediyorum. Oraya aitmişim gibi…

Bilemiyorum duygusallaşıyorum konu Kareas olunca. Bir de Sliwer var tabi arkadaşım olduğun için kendimi çok şanslı hissettiğim..

Öyle işte blog. Cuma günü yine buluşacağız. Sıla konserine gidiyoruz üzerine afiyet.

05 Eylül, 2011

Hey bonjour

Evde kimse kalmadı herkes gece hayatında. Bense yeni geldim ve bütün gece buradayım. Selam şimdiden.

04 Eylül, 2011

Didem


Yatmaya gidiyor. Bye.

Çok neşeliyken bloga yazasım gelmiyor, çok üzgünken de gelmiyor, orta halli bir ruh halinde ise yazacak bir şey bulamıyorum.

Şu an ise hem neşeli hem içine öküz oturmuş bir ruh halindeyim. İkisinin karışımı; ama orta halli ruh hali kıvamında da değil, kulak memesi kıvamından hafif pembeleşmiş hali..

Tömer'e başladım yine. Sıkılıyorum aslında; ama ismini vermek istemediğim çok sevdiğim hocayı görme ihtimalinden dolayı seviyorum orayı. 5 saat ingilizceyi birkaç saniyelik "İyi valla nolsun" diyişini duymak için çekiyorum ressmen. Ama öyle ses ömrü hayatımda görmedim ben. Ondan sonra ses takıntısı oluştu bende, o kadar diyim. İngilizce konuşurken sesi güzel çıkıyor, yetmiyor Türkçe konuşurken başkalaşıp tatlılaşıyor. Allahım düşündükçe bir tuhaf oluyor içim onun için konuyu değiştireceğim.
***
Konuyu değiştirdim ama söyleyecek bir şey bulamadım, afedersin blog. Ice tea olsa ne güzel içerdik. Zaten sıcakladım. Şarkı da baydı üst üste 5-6 kere dinleyince. Şimdi incir yiyorum sıkıntım azıcık geçti. Bir de tam şu anda mesaj geldi. Operatördense incirimi camdan atıcam. Bakıyorum şu an. Operatörden değilmiş baktım da. Ama sms'im yok cevap atamayacağım, karşıdaki de alıngan biri üstelik. Başım dertte yani. Amaan napiyim. Bunu yazarken halam aradı, mesaj atan aradı sandım ben. Ama yok insanlar anlayışsız bu devirde. Kontürü var mı yok mu diyen yok, mesaj atan var.

Ayrıca hasta oldum, sebebini de bangır bangır söylemek istiyorum. TÖMER'DE HOCA KLİMAYI AÇIP ÜŞÜMEMİZE NEDEN OLUYOR. Vallahi arkadaş uzun kolluyla geldi bugün. Dünden akıllandı çünkü.

Şimdi Community izleyeceğim sıkılıyorum da ondan.

**Bugün İncir Reçeli olduğunu incir yedikten sonra hatırladım üstüme gelme inanamam.

18 Ağustos, 2011

Eve 9buçukta girmenin keyfini yaşadım bugün.


Hayır yani, annemler olmadan, arkadaşlarımla dışarı çıktığımda 9 buçukta girmenin. Yemeğe çıkalım dediydik akşam. Ondan önce The Smurfs izledik, sonra yemek yedik. Ama biz eğlenmeye son 1buçuk saatte başladık. Hatta son on dakika başladık da diyebilirim. Zira biz buluşmalarımızda her türlü eğlenceli konu ve aktiviteyi son on dakikada mercek altına alırız. Nitekim yine, tam eve dönmemiz gereken zamanda sahilde güle oynaya ilerlerken çok eğlenceli bir yarım saat yaşadık. Ardından bunu bizim evin önündeki on dakikalık "Bir dahakine ne zaman buluşuyoruz, ne yapıyoruz?" aktivitesi izledi. Cumartesi gecesi için oldukça güzel planlarımız var. Lakin olmaz falan mazallah diye yazmıyorum şimdilik.

not: Koyacak fotoğraf aradım; ama ya 4ümüz aynı karede değildik, ya ortaokul fotoğraflarıydı, ya yamuk çıkmıştık. Onlarca resimden bir tane bile bulunmaz mı yahu! Yok işte. Temsili resim koyuyorum.

14 Ağustos, 2011

Ya geç kalsaydın bebek?

bütün günümü Community isimli diziyi izleyerek geçirdiğim için ne evdeki kalabalıkla konuşarak, ne de minik kuzenimle oynayarak sosyalleşme ihtiyacımı karşılayabildim. Ben de bunun için akşam yemeğe gittiğimde -Bizim Boraboy'da iftar yemekleri büyük bir yemekhanede ücretsiz oluyor. Herkes yemek veriyor usulü. Neyse bu değil konu.- annemle farklı yerlere oturdum ve çevremdekilerle sohbet ettim. Evet, yaptım bunu. Annem bunu bilmiyor, bilse inanmaz. "Sen? Birileriyle? konuştun? Hadi canım ordan." der. Ama vallahi de billahi de yanımdaki sürekli bacağının ağrıdığını söyleyen ihtiyara "Bacağına noldu teyze senin?" dedim. Y O da hikayesini döktü. İki yıl önce platin taktırmış. ağrıyormuş; ama önceden daha betermiş. yemek bitince de afiyet olsunlaştık. Bir de yanımdaki küçük kıza -adının İrem olduğunu sonradan abisi seslenince öğreniyorum- adını sordum, sallamadı cevap vermedi. Karşımdaki çocuk da dik dik bakıyordu. Küçükleri korkutuyor muyum ne oluyor yahu. Halbuki sevecenimdir. Mesela Collezione'da Sliwer kıyafet denerken, ben kabin dışında beklerken bir abla bebeğini tutayım diye bana verdi. Ben de konuştum çocukla falan, en sonunda gülümsetebildim. Şimdi anlatınca pek de meziyet gibi gelmedi; ama o gün çok mutlu gezmiştim ben o mavi gözlü 8 aylık bebek sayesinde.

Şimdi yine dizi izleyeceğim. Bu arada, yatcaz kalkcaz, yatcaz kalkcaz Samsun'a gitcez.

07 Ağustos, 2011

To-do List



Boraboy'da olduğum için mekanın anlam ve önemine uygun fotoğraf koyayım dedim. Elmalı melmalı. Eheh. Mekanımız, Amasya'nın Taşova ilçesine bağlı Boraboy isimli bir kasabadır. Burada bir süredir ikamet ediyorum ve umuyorum 16 Ağustos tarihi itibariyle Samsun'a dönebileceğim. Aslında canım pek sıkılmıyor burada. 1buçuk yaşındaki yeğenimle oynamak, ona bağırmak, kızmak, ağzını yüzünü silmek derken akşam oluyor. Zaten akşama kadar film izleyip sabaha kadar da kitap okuyorum. Hatta dişimi sıkıp bir Bilim ve Teknik'in her satırını dahi okuyorum. Hal böyle olunca arttırdığım engin ufkumla birlikte sıkılmıyor, sadece değişiklik arıyorum. Tüm gün evde bir o yana bir bu yana yatıp yuvarlanmak beni bir süre sonra sıkan bir aktivite. En büyük zevkimse bakkala gitmek. Bakkalın en büyük zevkiyse bana kimin kızı olduğumu sormak. Günler günleri işte böyle kovalıyor..

Samsun'a dönüşüme az kalmışken muhtelif arkadaşlarımla yapılacaklar listesi hazırlamaya da başladım ve bu listenin en başında yemeksel aktivitelerin bulunması beni üzüyor, üzmüyor değil. Hatta öyle ki, yemeksel olmayan aktiviteyi yapmak yemek yiyeceğimiz zaman aklımıza geliyor. Şöyle açıklayayım , arkadaşım en yakın alışveriş merkezine iftar yemeğine gitmeyi teklif etti. Ben de tamam, bari gitmişken sinemaya da gidelim dedim. Şimdi ilk hedefim The Smurfs'ü izleyip McDonald's Happy Meal ile birkaç şirin oyuncağa sahip olmak. Öhöm, yani kuzenim için alacağım oyuncakları. Yoksa benim ne işim olur.


Bir de Sliwer'la planlarımız var ki, bunları gerçekleştirmeye günlerin yeteceğinden emin değilim; ama o emin olduğunu söylüyor. Göreceğiz. Onunla öncelikle sabah 9-öğlen 12 ders çalışma seansımızı geride bırakıp öğlen saatlerinin yakıcı sıcaklığında klimalı mağazalara doğru bir seyahate başlayacağız. Bu klimalı mağaza kah Domino's olur, kah Burger King olur, kah okulun yanındaki çok harika limonata yapan kafe olur, kah askeri tesislerin havuzu olur. Bazen de, maalesef ki, sosyolojik bir araştırma için kütüphanedir, üniversitedir, buralar olur.

Yapmayı çok özlediğim bir diğer şey Çiftlik Caddesi boyunca uzanan renkli renkli, cıvıl cıvıl dükkan vitrinlerine bakarak dondurma yemek, gözümüze kestirdiğimiz yere girip tüm kıyafetleri ellemek, "Bir zamanlar 1250 TL nakitimiz vardı..." cümleleri kurup boş cüzdanımıza bakıp iç çekerek tüm güzel kıyafetleri mağazada arkamızdan ağlar vaziyette terkedip çıkmak türü sıfır para harcamakla sonlanan aktiviteler. Zira para yok, neyi harcıyoruz. Mevcut olan üç kuruşumuz da yemeğe gidiyor, malumunuz.


Bir de havuza kesinlikle gitmeliyiz Sliwer'la. Geçen gittik -geçen dediğim nereden baksan bir ay önce- eğlene eğlene öldük vallahi. Havuzun yüzülmedik santimetresi, denizin basılmadık kum tanesini bırakmadık. Oturabileceğimiz her yerde oturup sohbet edebileceğimiz her konunun üzerinden geçtik. yine yapacağız zaten, söz aldım. Buraya da yazıyorum, gelmezse benimle kampa çok ayıp olur.


Bunlar ilk etapta yapacağım, aciliyeti olan, yangında ilk yapılacaklar listesi. En çok özlediklerim ve aslında Samsun'da yapabildiğimiz sayılı aktiviteler. Gerçi şurada yemek yemeyi saymazsak aktivite olarak sinemaya gitmek ve yüzmek var; ama olsun bu da bizim eğlencemiz. Yeni maceralarda buluşmak dileğiyle, esen kalın.

03 Ağustos, 2011

Boraboy

Hava o kadar soğuk ki hırkayla oturuyorum ve ikinci çorabımı giymeyi düşünüyorum. Samsun'da insanların buharlaşması kadar bizim morgda yaşamamız da reva değil. Akşama kadar yatıp sabaha kadar kitap okuyorum.

Bir haftalık hayatımı özetledim.
Görüşmek özere.
Didem.

11 Temmuz, 2011

Gaziantep: Yeşil yeşil, minik minik fıstıkların diyarı.

Şehit Kamil'de kalıyoruz biz. Öğrenci evinde. Çok sefil bir yaşam tarzı.

Gaziantep'teyim. Hava 40 dereceye yaklaşsa bile rahatsız etmiyor. Samsun'daki %65 nemi boşuna solumuşuz. Kim demiş orası çok sıcak geberirsiniz diye? Hah! Onu diyenler halt etmiş.

Sıcak terleme olarak belirtilerini göstermese de, su tüketiminden hissettiriyor kendini. Samsun'da ihtiyacım olan suyu derimden nem olarak aldığım için çok su içmiyordum. Burada şişeleri deviriyorum ve dostlar size şunu söyleyebilirim, şişede durduğu gibi durmuyor. Suyla karın doyuruyorum resmen.

Bugün Antep'te ikinci günümüz ama hâlâ fıstık yemedim. Ne olcak benim bu halim. Geçen gelişimde kebap yemek için başlarının etini yemiştim, yedirmemişlerdi. Şimdi ise işimi sağlama almak için buraların meşhur mekanına dünden götürdüm kendimi. Artık misyonumu tamamladım. Tek küçük eksik fıstık; ama bundan kaçış o kadar kolay değil. Yer yön bilsem gider kendim mis gibi taze kavrulmuş alırım; ama bir tek süpermarket biliyorum, annem de hazır kuruyemiş alınmaz burada diyor. Haklı bir yerde.

Burada Antepfıstığı Araştırma Enstitüsü var. Çok komiğime gidiyor. Tez elden Amasya'ya Amasya Elması Araştırma ve Koruma Enstitüsü kurduracağım.

Dün Sanko Park diye bir alışveriş merkezine gittik. Ankamall'den biraz küçük, bizim Samsun'daki Yeşilyurt'yan bayağı büyük ayrıca içindeki buz pistinde milli hokeyci Gürkan Çetinkaya boy gösteriyor, artistlik yapıyor. Artist artist kayan insanların düşmelerini izlemek en büyük tutkum. İzleyenler arasında bir sirkülasyon olmadıktan sonra aynı havaları atamıyorlar çünkü. Karizmanın çizilmesi zor şey... Her neyse, Ankara'da, İstanbul'da ve son olarak burada böyle büyük alışveriş merkezleri gördükten sonra Samsun Yeşilyurt pek küçük, markaları pek bayağı geliyor. Büyük, kocaman şehirler görmek bizim gibi sahil şehrinde yaşayanlar için adeta bir travma.. Zira yeşilyurt'un üç katlı bünyesi diğerlerinin tek katına tekabül ediyor...

Gaziantep'le ilgili gözüme çarpan bir diğer şey, bedava çorba evlerinin oluşu. Birkaç tane gördüm ben; ama şehrin muhtelif yerlerinde daha fazla olduğuna eminim. Ayrıca tramvay ile ulaşım da iki aydır ücretsizmiş. Gerçi tramvayları çok yavaş ve küçük; ama olsun kliması var püfür püfür. Sıcaklık çok büyük problem azizim. Sabahları yüzüm gözüm nemli uyanıyor, yüzümü yıkamaya bile üşenip kendimi soğuk suyun altına atıyorum. Deniz yok ki denize atalım.

İnsanlarının da sizin bir sorununuz olduğunu hissettiklerinde yardımlarını esirgemediklerini, pek misafirperver olduklarını söylemeden edemeyeceğim. Bir de abimin öğrenci evinin rezilliklerini anlatacağım yeterli fotoğraf çekebildiğimde. Rezil rüsvalar.

03 Temmuz, 2011

Boş gezenin boş kalfası





İki gündür yaptığım tek işin film izlemek olduğunu söylesem fazla abartmam sanırım. Ah, abartmış olurum çünkü film izlemek dışında bir de Tömer'i bitirdim. Bugün saat 14.00 itibariyle resmen bittğine inanmakta güçlük çekiyorum. Demek artık haftasonları 7'de uyanmayacağım? Vay be.

Filmler konusunda ise, şimdiye kadar taşıdığım önyargılar nedeniyle izlemediğim Karayip Korsanları üçlemesini Sliwer için izlediğimi itiraf etmeliyim. Lakin güzeldi, hakkını vereyim.

Leon'u kalabalık bir ortamda izlediğim için sonundan her ne kadar etkilensem de gözyaşlarımı serbest bırakamadım; ama evde izlesem perişan olurdum; eminim bundan.

Talihsiz serüvenler dizisine başlamıştım ama über yoğun işlerimden ötürü bitirememiştim. Bugün canım hiçbir şey yapmak istemiyorken, onu izleyince keyfim yerine geldi.

Ve Amelie. Yıllarca romantik komedi niyetine izlediğim şeylerden utanıyorum Breakfast at Tiffany's, Amelie gibi filmlerden sonra. Ayrıca Amelie gibi karikatürik bir yüze sahip olmayı gerçekten çok isterdim.

Becoming Jane ise Jane Austen'ın henüz ünlü bir yazar olmadan önce yaşadığı hayatı ve etkileyici aşkı anlatıyor. Henüz izlemedim; ama filmin arkasındaki tanıtımda öyle yazıyor. Ana fikir bu yani, bu cümlelerle ifade etmemiş tabi ki.

Bu kadar filmin tamamını beğenmemi ise iki şekilde yorumlayabiliriz: ya çok güzel filmleri izliyorum her seferinde, ya da izlediğim her filmi çok beğeniyorum. İkincisi. 16 yıllık hayatımda izleyipte -hem de sinemada!- beğenmediğim tek film ise Yukarıdaki Tehlike. Ama o da haketti bunu.

Bir de üşenmeyip bütün filmlerin imdb oylarına baktım; ama bloga koyarsam gözü rahatsız eder puanlar belki diye yazmadım. Lakin öyle bir rahatsızım, bilin istedim.

01 Temmuz, 2011

Meyhane kokulu Tanju Okan şarkıları.

Hayatımın fon müziği denilen türden

Tabi ya, Tanju Okan. Bana orjinal müzik CDsi aldırabilecek tek insan. Herkes gibi ben de onunla karşılıklı memleketi kurtaramadığım için üzülüyorum. Üzülme be baba, bu kadar içlenme.

Bir de şu var.

Aslında her şarkısını ayılıp bayılarak dinliyorum; ama bunları dinlemeden güne başlamam. Ve bunları dinleyince normal bir güne değil, kulaklarımda Tanju Okan hıçkırıklarının olduğu, umutsuz bir güne başlarım. Yaşadıklarım değiştirir ancak ruh halimi. Şey gibi oldu, her çocuk müslüman doğar. Ne alakaysa, bağladım işte oraya.

Öğrendim âlemin sırrı nedir? Dünyanın merkezi bu meyhanedir.

Bu sözü söyleyince aklıma şey geldi "Yeni bir meyhane keşfettim mezarlığın tam karşısında. Beni ararsan ya meyhanedeyim ya da tam karşısında." Yok efendim ben normalde kamyon arkası yazılar tadında yaşamam hayatımı.

Zaten yarın tömer bitiyor, onun sevinci dolduruyor içimi. Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şen hissediyorum kendimi. Bir de yarın arkadaşlarımla favori mekanımızda buluşuyoruz, o yüzden sevinçliyim. Ayrıca da, Antep'e abimin yanına gideceğim, o da bir etken mutluluğumda. Ama o bunu okumasın, şımarır sonra. Zaten bu cümleden sonra hiç okumasın, şımarır dediğimi görürse fena yapar. Sonra olarak, Tanju Okan'ın dostları bizleriz, içki ve sigarası değil!

22 Haziran, 2011

Samgaz

Az önce sinirlerimi çok bozan bir hadise vuku buldu. Kapı çaldı. "Kim o" dedim. "Samgaz" dedi adam; ama konuşmaya da devam etti. Ben de anlamadım tabi, mıy mıy konuşuyor herif. "Efendim" dedim. "Size demiyorum hanımefendi tamam açıldı kapı." dedi pis ukala mahluk. Zıplattı sinirlerimi. Dışarı çıkıcaktım, o apartmandan çıkana kadar çıkamadım. Zaten herifin fatura bıraktığı da yok in miydi cin miydi bilmiyorum. Her neyse. Evimizde günlerdir süregelen temizlik havasından kusma raddesine geldim artık. Zaten anneler temizlik yapmak için hep bir sebep buluyorlar. "Yaz temizliği bu kızım, dip köşe yapmak lazım.", "Ama olmaz ki bahar temizliği yapmadan.", "Bak kış temizliğini de yapalım bu yıl bitecek temizlikler." Temizlik derken normal bir temizlikten bahsetmiyorum ki. Evdeki tüm dolapların, her köşenin dökülüp toplanmasından bahsediyorum. Hatta annem bununla da yetinmiyor, kiraya verdiğimiz teras katı da temizletiyor. Zaten Tömer'de 5 saat İngilizce gören bünyem ise bu kadarını kaldıramıyor, başıma ağrılar girip girip çıkıyor. Bir de benim Tömer'e gittiğim süre zarfında öğrendiğim en önemli şey, okul zamanı haftasonunun çabuk geçmesinin 2 gün olması ile ilintili olmadığı. Tömer'e sadece hafta sonları gidiyorum ama haftaiçi o kadar hızlı geçiyor ki..

Ben çok yeni bir karar aldım. Şu anda aldım hatta öyle yeni. Kendi belirlediğim bazı kişilerle ömrümün sonuna kadar görüşmeyeceğim.

18 Eylül Cuma editi: Bu kişiler kim acaba? Görüşüyor muyuz? 

20 Haziran, 2011

Bazen

Küçücük bir çocuğun gülümsemesi nasıl mutlu ediyorsa, bazen de aynı şekilde tüm günü mahvedebiliyor. Ve bu sefer bunu yapan küçücük bir çocuk. O kadar küçük ki, çelimsiz vücudu ve minik kafasına taktığı rengarenk şapkasıyla yapıyor bunu. Bedensel ve zihinsel gelişimi aksarken, kocaman bir çocuk olması gerekirken küçücük bir kalbe sahip olarak yapıyor bunu. Tam önümde bana gülümserken, o çocukla oyun oynayan, aslında ondan küçük görünmesi gerekirken abisi gibi duran bir çocukla yapıyor. Sonra ben düşünüyorum, bunu haketmek için hangi günahı işledi acaba.

19 Haziran, 2011

3 vakte kadar bir kısmetim varmış. Bir taraftan uydurmalık fal.

Dün Samsun karnavala uyandı. Uyandı derken miskin, tembel insanların 2'de uyandığını varsayarak söylüyorum bunu. Yoksa ben 7buçukta kalktım Tömer'e gittim, 5 saat İngilizce'nin üzerine çıktım Çiftlik Caddesi'nde yürüyordum. Arada mağazalara bakıyorum falan derken, arkadan sesler geldi. Ama çok güzel sesler. Saksafon, davul falan. Bir baktım resmen dev gibi adamlar ellerinde davullar, saksafonlar, bagetleri sallaya sallaya yürüyorlar. Herkes de onları izliyor. Adamlarsa reklamını yapıyor. Oxxo reklamı. Çok iyiydi. Hem çok eğlenceliydi, hem de çok iyi bir reklamdı o. Alan memnun satan memnun. Ben de Oxxo'nun ortağıymış gibi yazdım bunu direkt.

İngilizce demişken, 2 hafta sonra bitiyor Tömer. Nedense bu kuru pek sevemedim. Sınıfı sevmedim, hoca da favorim değil. Yine iyi adam ama benim bir hocam vardı.. Sesi ingilizce konuşurken ayrı güzeldi, türkçe konuşurken apayrı güzel.. Bir de beni böyle entellektüel bir şey sanıyordu. Ben de hiç çaktırmıyorum tabi. Halbuki onunla süper-entel bir konu konuşurken ben sesinin ne derece mükemmel olduğunu düşünüyordum. İşte bugün yine gördüm o adamı. Kahroldum neden dersimize girmiyor diye. Hayat beni neden yoruyosun? O hocanın bende telefonu ve resmi de var. Sapık gibi saklıyorum. Neyse kendimi kötü hissettim.

Okulların tatil olmasıyla sabahlara kadar oturup akşamlara kadar uyumaya ben de başladım. Msnde gece gece tavla oynuyor, sabah uyanıp sahilde yine oynuyorum. Devir sahil devri, devir stüdyo kiralayıp bateri çalma devri, devir Türk Kahvesi içip fal bakma devri. Ve biz bugün fal baktık Sliwer'la. Dünya Haritası çıktı falımda. Ne demek acaba. Bir de iki balık, bir tane bıyıklı adam çıktı. Ayrıca içimdeki dertler tasalar resmen aktı gitti. Gördüm yani.

Annemin eve gelmesiyle bu postu yazmam saatlerimi aldı. Önce çorbayı küflendirdiğim için bana kızdı. Ben de dün dedim ki "Bu çorba bir acayip. Neyse dursun yeriz sonra." Meğer dışarıda kaldığı için küf tabakası bağlamış. Çok kızdı ama öyle böyle değil.

18 Haziran, 2011

Evde Tek Başına bile olamıyorum. O çocuk karizmatikti en azından. Ama sonra keş çıktıydı sanırım. Neyse benim de kötü alışkanlıklarım yok.

Kimse kusura bakmasın ama bir hafta yemek yemesem yine de böyle bir seçim yapmam.

Annem şehir dışında ve babam evde değil. Ben ise bunların doğal bir sonucu olarak evde karaoke yapıyorum; fakat aklımda daima tek bir şey var: Ya babam ben duymadan içeri gelir ve kapımda onaylamaz gözlerle dikilerek beni dinlerse? Bir daha harçlık vermez, verdirmez o sesi duyarsa yemin ediyorum.

Annemin şehir dışında olmasının bir diğer doğal sonucu "Hayatım boyunca bunu aramışım ben!" diyebileceğim bir tişört almam oldu. Geçen şehir dışında oluşunda da uzun süredir severek kullandığım bir çanta almıştım. Kısmetim açılıyor bu zamanlarda. Ama görseniz öyle şehir ve üstüne üstlük ucuz ki.. Annem almazdı. "İlk yıkamaya çeker, rengi atar, yırtılır, zaten iğrenç modeli var nasıl beğendin?" gibi bilimum zevkimi aşağılayıcı sözler ederdi.

Bunları geçip asıl sorunlara odaklandığımda ise evde yemek olmadığını görüyorum. Keşke babam elinde leziz ötesi yemekler ve künefeyle gelse..

Ben bir rüyaya yatiyim bari.. Aa dur ne rüyası. Yemek Sepeti'ne giriyim. Hell yea!

17 Haziran, 2011

Bugün mutlu olmamın iki sebebi var.

  • Netbook çantamda yeşil renk olması beni mutlu ediyor. Sanki gerçekten de bana aitmiş gibi.
  • Bugün bir toka aldım çok harika bir şey.

16 Haziran, 2011

14 Haziran, 2011

Breakfast at Tiffany's

Sabah erkenden kalktım; çünkü bir köpek annemi uyandırdı ve annem sinirlendi. Sinirlenen annem bir hışımla yataktak kalkarken kolu bana "Hadi kalk" manası verecek bir şekilde çarptı. Yataktan kalkmak için yeltendiğimde "Niye kalkıyorsun hani okula gitmiyordun?" dedi. Gitmiyordum ama o bana öyle çarpınca ne yapsaydım. Yiyorsa kalkma. "Ben ne yaptığımı biliyor muyum ya" diyerek tekrar yattım ama uyuyamadım. Sonra o okula gitti ben sabahın bu kadar köründe, 07:59'da blog yazmaya oturdum. Saat şimdi 8. Sliwer kahvaltıya gelecek bugün bize. Misafirciliği gerçeğe dönüştürdük. Eheh. Ne yapsam kahvaltı için tam karar veremedim ama. Ona sordum. "Aslan sütü, prtakallı ördek, mantarlı flaminyon ve sushi" cevabını aldım. Sanki annesinin karnından portakallı ördek yiyerek çıktı! Sinirlendim yahu.

Neyse işte öyle. Yazacak bir şey yok kasmamın da alemi yok. Kahvaltı hazırlayacağım ben.

11 Haziran, 2011

(t)Ömer

Tömer bugün bana beni şok eden bir manzara yaşattı. Yüksek 3'te, yani 11. kurda 15 kişilik bir sınıfta bir şeyler öğretmeye çalışıyorlar bize. Dedim herhalde yoldan geçen birine sorsam o da 11. kur çıkacak, o derece anormallik. Diğer sınıflara bakıyoruz 4-5 kişi, biz 15 kişi. Sınıfı sevmedim, hoca favori hocam değil, günde 5 saat.. Çekilmiyor. Bu bir ayı nasıl atlacağımı düşünüyorum. Halbuki adını vermek istemediğim bir hoca var, o girse dersimize, 7 gün olupta gitmezse neyim.

10 Haziran, 2011

O mavide yaşıyormuş artık, bizse aynısının lacivertinde.

Bu fotoğraf, artık aramızda olmayan bir arkadaşımı hatırlatıyor her seferinde bana. 1 yıl geçmedi trafik kazasının üzerinden; ama onunla özdeşleşen bu fotoğrafı kullanmak uzun bir süre sonra da zor olacak sanırım. Bugün arkadaşlarla onun hakkında konuştuk. "Özlüyor musun?" dediler. Güldüm. Zayıf olduğumu göstermek istemedim çünkü. "Ne gerek var bunları konuşmaya?" dedim. Anladılar. "Özlüyorsun." dediler ve fotoğrafını gösterdiler. Gözleri kadar derin bir mavilikte kollarını iki yana açmış bakıyordu onu çeken objektife. Hayat dolu bir insanın kendi sevinçlerinde boğulması dışında hiçbir şekilde açıklanamazdı bu. 16 yaşında ölmek zamansız ölüm de değildi. Tuhaftı, adsızdı.

Haberi ilk öğrendiğimizde onu tanıyan diğer birkaç arkadaşımlaydık ve haberi kesinlikle şaka sanmıştık. O kadar emindik olamayacağından. Gerçek olduğunu öğrendiğimde ise bir grup insanın en mutlu gününü paylaşıyordum. O sesin, kalabalığın, düğün telaşının içinde "kimileri doğar, kimileri ölür." felsefesine çok yaklaştığımı hissettim. Donuk bir şekilde olayı annemlere anlattıktan sonra gözlerimden sicim gibi akan yaşlara müdahale etmedim. Aksınlardı. Onun sarı saçları, mavi gözleri bir daha güneşi görmeyecekse, o yaşların göz pınarlarımda kalmasının da lüzumu yoktu. Bir düğün salonunda, şatafatlı bir kutlamanın içkili eşliğinde sadece renklerle avuttum kendimi. Sarı-mavi ve yeşil.

Hayatta en çaresiz hissettiğim ânı sorsalar, bir yaşıtımın cenazesine gittiğim gün olduğunu söylerim. Musalla taşında takımının bayrağına sarılmış yatarken, acaba içeride nasıl görünüyordur diye düşündüm. Her zamanki gibi çok konuşan biri olarak mı, bir ölü olarak mı? Yakıştıramadım ona ölümü. Kim yakıştırabilir ki ölümü birine.. Hele de sevdiği biriyse. Gördüğüm en kalabalık cenazede, o taşa yaklaşmanın ne kadar zor olduğunu öğrendim ben.

Aslında bu yazıyı yazarken de vardı tereddütlerim. Ne gerek var, dedim. Çok istiyorsam günlüğüme yazarım, dedim. Fakat bu yazıyı bitmiş buldum. Belki daha iyi bir zamanımda kaldırırım.

Hep derim, "O mavide yaşıyormuş artık, bizse aynısının lacivertinde."

Ağlamıyorum, gözüme toz kaçtı.

08 Haziran, 2011

Hoşlar ama boşlar. -Hayır bunu inanarak söylemiyorum. Sadece bende olmadıkları için çamur atıyorum.

Bu çanta çok güzel.

Bu yüzük de harika.

Ayakabılar desen şahane.

Fakat sana gelince Chanel No 5, eğer bize sen diye koklattıkları o hacı yağımsı koku isen gerçekten, hayatımdaki en büyük hayalkırıklığısın.

Somurtkan, bir şirin bile değildir aslında.

Fransızca'dan, coğrafya'dan, baş ağrısından, Kore Savaşı'ndan, cappy meyve suyundan, dankek magma'dan, Skyline filminden, aslında olmayan şirinlerden, şirinlemekten, flamenkodan, tumblr'dan, twitter'dan, formspring'den, imla kurallarından, noktalama kurallarından, zorunluluktan, yeşil olmayan şeylerden, deveyi sevmeyenlerden, dans eden deveyi saçma bulanlardan, arayıp bulunamayan şeylerden, nefis bir krakeri yerken iğrenç tatlı cappy meyve suyu içmekten, Alman arkadaşımdan, Ali Baba ve Kırk Haramiler filmini onlarca kez izlemeyenlerden, yanlış anlaşılmalardan, hoparlörümdeki yanıp sönen mavi ışıktan, masamın dağınık olmasından, simden, kavanozdan, poşette erik sandığım şeyin kabak çıkmasından ve daha nicelerinden, hatta çikolatadan bile nefret ediyorum.

05 Haziran, 2011

Çok entelim anlatamam.

01.06.2011


04.06.2011

Tanıştığım ünlülerin aynı zamanda gördüklerim olduğunu söylemek çok zor benim için. Lakin takdir edersiniz ki İstanbul yerine kuzeyde bir kıyı şehrinde yaşadığım için adım başı "Aa, karşı kaldırımdaki bilmemkim değil mi?" cümlesi kuramıyoruz. Samsun'a ayda yılda bir birileri geliyor, o tarihi de iple çekiyoruz zaten.

Örneğin ilk resimde gördüğünüz Nihat Sırdar Türkiye'yi dolaşmakla birlikte buraya henüz gelebildi. Onu da suçlamıyorum. Samsun'da Alem Fm'in dinlenme oranı diğer şehirlere göre oldukça düşük. Aa, Nihat Sırdar'ı tanıtmayı unuttum ben. Alem Fm'de, Nihat'la Muhabbet ve Nihat'la Sivrisinek yayınlarını yapan bir radyocu. Okula giderken falan eğlenceli oluyor onu dinlemek. Lakin Nihat'la Muhabbet'in 7'de başlamasından mütevellit yaz tatilinde dinleyemeyeceğim sanırım. Olsun, tatil gelsin de dinlemek eksik kalsın. Nihat'la Sivrisinek ile idare ederiz.

İkinci resimde gördüğünüz yeni nesil romantik kitap yazarı Canan Tan. Kendisi Piraye, Yüreğim Seni Çok Sevdi ve Eroinle Dans'taki karakter ve kurgu benzerliklerini onların bir Edebiyat Üçlemesi olduğunu söyleyerek açıklamıştır. Kısa sohbetimiz oldukça keyifliydi. Ona ileride o masada oturup imza dağıtanın ben olacağımı söyledim, bana hayallerimin peşinden gitmemi, başarılı olacağımı söyledi. Ayrıca İz kitabını da imzalattım. Oh oldu, mis oldu.

Yalnız kitabı henüz okumadım. Tek sorun bu.